26 Aralık 2014 Cuma

Büyük Umutlarla Almanya'ya Giden Bir Süre Takılıp Aradığını Bulamayınca Tekrar Türkiye'ye Dönen Gurbetçilerin Hikâyesi(Yunuslar)

"Her şey, çok uzun zaman önce büyük bir gaz ve toz bulutunun..." diye başlamıştı sözlerine, orta düzey, nispeten eskimiş laptopunda. Bir Word dosyası açıktı, karanlık odasını bu Word dosyasının beyazlığı aydınlatmaktaydı. 2-3 saattir ekrana boş boş bakıyor, yazacak tek bir kelime bulamıyordu. Vaktiyle genç dimağları yazdığı sikimsonik seks hikâyeleriyle kendine bağlayan, kitapları milyonlar olmasa da yüzbinler satan bir yazarın acı bir dramıydı bu. "Yo hayır! bu çok klişe oldu. Okunmaz böyle." diye düşündü içinden. Sanki klişeler hiç ona göre değilmiş gibi. Daha evvelden bunlardan hiç faydalanmamış gibi. "Biraz kurgulaştırayım." dedi ve sonra aklı geçen güne gitti. Asıl hikâye burada başlıyordu...

 Her şey, kısa zaman önce pahalı ve sadece kıl entellere hitap eden bir Cihangir cafesinin köşesindeki masada geçen yüksek sesli bir tartışmayla başlamıştı."Yunuslara balık demeyin abi yhaaa mal mısınız onlar doğadaki en zeki canlı!" diyordu tombalak ve kısa saçlı oğlan. Üzerinde az bilinen yabancı bir grubun tişörtü vardı. Saçları düz değildi ve uzayınca umumi helalarda, pisuvarın içinde ekseriyetle görülebilecek "S" şeklinde kıllara benzediğinden 2 haftada bir berbere gidip saçlarını kestirir, kendine baktığını belli ettiğini göstermek için de her hafta sinek kaydı sakal traşı olurdu. Bu tipler genelde "Tip yok ama genel kültürümle belki birini etkiler de sikerim" hayat felsefesini benimsemiş insanlardır. Karşısındaki rakibi ise pek bir şeyden anlamayan ancak her gittiği ortamdaki sohbetlere kulak kabartarak, her husus hakkında yorum yapabilme yeteneği kazanmış, ortamların aranılan ismiydi. Aslında hepiniz onu tanıyorsunuzdur. Bir arkadaş grubunuzla sürekli aynı mekâna gidiyorsanız o adam, her gittiğinizde orada olacaktır. Kimi zaman tek başına otururken, sizin masanızdaki sohbete kulak verecektir, kimi zaman az kişiyle gittiğinizde masa kalabalıksa o da tek başına büyük bir masada oturuyorsa onun masasına oturacaksınızdır. Göz aşinalığı olduğundan, arada da "Merhabalaşma" olduğundan ötürü, bu durumu yadırgamayacak zamanla tanışacak ve kaynaşacaksınızdır. Nispeten yaşça sizden büyük, 40'larının ortalarında, hafif uzun ve kırlaşmış saçları, içtiği sikomsonik sigaralarıyla kendini belli eder. Genelde sigarası bitmiş ve dışarıya çıkıp, sigara almaya üşenenlere sigara vermesiyle tanınan bu babayiğit, bazen de henüz öğrenci olup da parası çıkışmayanlara içki de ısmarlar. Tüm mekân personeli ve mekânın müdavimleriyle kankadır. Üstün kulak kabartma yeteneğiyle enikonu konuşacak bir genelkültür abidesine dönüşmüştür. İkili arasındaki tartışma tüm hararetiyle sürerken masadaki Sik Üstü Yayınları'nın efsanevi yazarı ve 3-4 tane kadın kökenli vatandaş da bu hasbihali şiddetli bir şekilde takip etmekteydi. Tombik olan, kır saçlıya dönerek "Hey dostum biliyor musun? Doğada İnsanla birlikte çiftleşmeyi zevk için yapan sadece tek bir canlı var. O da Yunus'tur." dedi. Bu esnada, arka masada tek başına oturan, hafif uzun saçlı ve önünde 70'lik bira bulunan kişi kahkaha atmaya başladı. Tüm cafe sessizliğe bürünmüştü. Genç adamın götü diğer masaya dönüktü ve tam bir coolluk abidesi gibiydi. Bu sessizlikten istifade ederek, alaycı bir tonla "Doğada insanlar ve yunuslar dışında bu aktiviteyi zevk için yapan başka canlılar da var." dedi. Tombik oğlan şaşırmıştı "Kim var ya kim var kim var???" diye bir hışımla çıkıştı, ağzından salyalar çıkmıştı. Genç adam 45 derece dönerek tombiği süzdü ve gülümseyerek "Ayılar..." dedi.


Ayılar gezegen üzerinde içgüdüsel olarak üreme faaliyetinin dışında sırf zevk için çiftleşebilen nadir canlılardan bir tanesidir. Köpeklerle akraba olan Ayılar, 15 Milyon yıl önce nesli tükenen Amphicyonidae'lerin devamıdır. Amphicyonidae cinsi Köpek Ayı olarak bilinirler ve Köpeklerle Ayılar arasındaki ara formdurlar. (Fotoğrafta erkek ayı dişi ayıya oral seks yapmaktadır)



"Ne? Ayılar mı?" dedi Tombik, genç adama. Genç adam gülerek "Evet. Burada ironi yapmıyorum, olay senden bağımsız." dedi. Masadaki 3-4 kadın kökenli vatandaş ve kır saçlı yancı birden kahkaha atmaya başlamıştı. Tombik sinirlense de sesini çıkaramamıştı. Genç adam bundan güç alarak, şüşkoya dönerek "Peki, madem Yunus İnsan'dan zeki. Peki neden Yunus suda evrimleşmeyi tercih etmiştir? Karada neden kalmamıştır? Madem öyle karada evrimleşir, insan gibi bir evrimleşme yakalar, insanı da ekarte ederdi. Bugün Dünya çok farklı bir gezegen olurdu. Peki neden böyle?" diye sordu. Tombik şaşırmıştı "Yunuslar karada mı yaşıyorlardı?" diye sordu istemsizce. Genç adam, ayağı kalktı ve sandalyesini kavradı, hafifçe sürükleyerek diğer masaya çekti. Birasını da aldı. "Sanırım sohbetimiz biraz uzayacak." dedi. Kır saçlı yancının gözleri parlamıştı ama Sik Üstü Yayınları'nın efsanevi isminin de gözleri parlamıştı. Zira konu masada en çok onu cezbetmişti.

"Her şey uzun zaman önce başladı..." diyerek söze girdi genç adam. Zira hikâyemizde sıkça geçen girizgâhı ilk kendisi yapmaktaydı. "Evren'in derinliklerinde ufak bir Galakside taze bir gezegen yaşamla taçlandırılmıştı. Bu tam olarak nasıl ve ne şekilde olmuştu günümüzde bile halen daha tartışılmakta zira konuyla alakalı bilim adamları ortak bir fikirde mutabakata varamamışlar. Ancak konunun başlangıcı konusunda hemfikirler. O da, Dünya'daki ilk yaşam belirtilerinin 4 milyar yıl önce tek hücrelilerle başladığıyla alakalı. Anlaşamadıkları nokta ise yaşamın direkt olarak burada kendi kendine mi başladı yoksa en yakın ihtimal Mars'tan bir Göktaşı ya da Meteor ile buraya mı geldiği? Konusuydu. Bir de bunun tam tersi vardı çünkü Mars'ta da en ufak ihtimalle hâlâ yaşayan tek hücreli canlılar, bakterilerle muhakak ki vardır. Gelecek yıllarda bu ortaya çıkar o zaman tamamen Dünya'daki yaşamla alakalı bir şeyler bulunacaktır ama şöyle bir durum da söz konusu. Dünya'nın ilk evresi olarak kabul edilen Hadean Dönemi'nde atmosfer ve okyanuslar oluştu. Bu dönemde Dünya'ya sürekli Göktaşı çarptığı düşünülüyor. Yaşamın aslında ilk dönemleri ki bahsettiğim gibi 4 milyar yıl öncesine kadar gidiyor. Mars da tam olarak Manyetosfer'ini 4 milyar yıl önce kaybetmiş. Yani aynı dönem içinde. Manyetosfer'ini yitiren gezegenin de haliyle Atmosfer'i incelmiştir çünkü Manyetosfer yaşam için hayati bir önem taşır. Uzay'dan gelen Kozmik Işınlar'dan ve Güneş Patlamaları'ndan korur. Yani bir tür koruyucu manyetik kalkandır. Dünya dışında da Mars hariç tüm Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerde vardır. Neyse, Manyetosfer yok olunca mevzu bahis ışınlar ve patlamalar Mars'ın incelmiş atmosferini işlevsizleştirmiş, Zararlı ışınların hepsi İyonosfer'de takılı kalmış ve bu da atmosferin tekrar kalınlaşmasını imkansızlaştırmıştır. Bu da olası bir yaşam ihtimalini milyarlarca yıldır engellemektedir. Zaten incelendiğinde Mars Atmosferi'nin; %95 Karbondioksit, %3 Nitrojen ve %1,6 Argon'dan oluştuğu görülüyor. Yani tüm bunlar baz alındığında Mars'ta, Dünya'da hayat yeni başlarken hayat yeni bitmiş olabilir. Hem de Nükleer bir savaş ya da felaket sonrasında... " dedi ve masadakilere baktı. "Gerçekten ilginizi çekmiyorsa anlatmayayım?" diye sordu. Masada kimseden ses çıkmadı. Herkes mimikleriyle onaylar gibiydi. Genç adam "Peki, bunlar kesin olarak kanıtlanmış şeyler değiller. Ancak ben anlatmak, kendi fikirlerimle size bir yorum yapmak isterim." diye konuştu. Herkes şaşkın bir şekilde ona bakıyordu. "4 yıl önce NASA bir açıklama yaptı. GFAJ-1 adı verilen bir bakteri bulduklarıyla alakalıydı bu açıklama ve bu bakteriyi Mars, Ay ya da herhangi başka bir Dünya dışı farklı bir yerde bulmamışlardı. California'da bulunan Mono Gölü adındaki bir gölde bulmuşlardı. Mono Gölü, 760.000 yıl önce oluşmuş bir tuz gölüdür. Ancak Dünya üzerindeki bütün su oluşumlarından farklıdır çünkü bu göl yapı itibariyle yaşama pek olanaklı değildir. Sanki Dünya'da değil de Venüs'te bir gölmüş gibi. Ancak içerisinde çok farklı şekilde bir adet bakteri bulunmuştur bu da mevzu bahis bakteri GFAJ-1'dir. Mono Gölü içerisinde yüksek miktarda Arsenik barındırır. Arsenik Dünya üzerinde yaşayan birçok canlı için bir bug vazifesi görür. Çünkü hangi canlı bu zehre maruz kalırsa kalsın ; dokunma, soluma, sindirme ya da herhangi bir temasla dozuna bağlı olarak yavaş yavaş ya da hızlı bir şekilde ölecektir. Pontus kralı 6. Mithridates bile bu zehri içse ölürdü zira kendisi Mithridatizm akımına ismini veren kişidir. Her gün öldürücü olmayan dozlarda zehir içer ve zehirlere bağışıklık kazanırdı." dedikten sonra biraz duraksadı, masadakilere baktı. Herkes büyük bir merakla onu dinliyordu. Elini montunun cebine attı ve sigara pakedini çıkardı. Bir dal sigara yaktı ve sigaradan derin bir nefes çekti sonra dönüp "Tabi sigarada da az da olsa Arsenik var ve yavaş yavaş da olsa öldürüyor. Zaten içerisindeki en tehlike madde de bu. Kansere ve kalp hastalıklarına yol açan Arsenik'tir." dedi, o esnada sigarasının ortasında olan yancı birden bembeyaz kesildi ve sigarayı söndürdü. Masadakiler gülmeye başlamıştı. Genç adam Yancı'ya dönerek "Bunca yıl içtiklerin ciğerinde yeteri kadar Arsenik depolamıştır zaten." dedi Yancı iyice korkmuştu "Neyse" dedi Genç adam ve sözlerine devam etti  "Hiçbir canlı buna maruz kalamıyorsa GFAJ-1 gibi basit bir bakteri nasıl oluyor da sağ kalabiliyordu? Aslında fosforla yaşayan bu canlı zaman içersinde Arsenik ile yaşamaya alışmıştı. Yani bir tür Adaptasyon örneğiydi ve bu çok önemliydi. Aslında Darwin'e atfedilen fakat Herbert Spencer'a ait olan "Survival Of The Fittest" durumunun canlı bir kanıtıydı GFAJ-1 ve şu durumu gözler önüne seriyordu, böyle bir şartlarda bile hayata adapte olabilen bir yaşam formu varsa evrenin her köşesinde canlı formları gelişmiş olabilir. Klasik olarak baktığımızda Bu tür egzotik mikroorganizmalar Dünya üzerinde dahi bulunabiliyorsa başka gezegenlerde kim bilir ne kadar farklı canlı türleriyle karşılaşabiliriz. Örneğin Venüs. 500 Derece yüzey sıcaklığı, çok yüksek bir atmosfer basıncı vardır. Atmosferinde kopan fırtınalar da olmasına rağmen bu gezegende bile şartlara uyum sağlayarak, bir habitat oluşmuş olabilir. Koşullara göre yaşam formları farklı şekillenmiş olabilir. Her yerde Dünya'daki yaşam gibi bir şey çıkacak diye düşünmek bence saçma. Ayrıca geçmişe dair de büyük bir ikilem yaratıyordu bu. Örneğin geçmişte nasıl yok oldukları bugün bile tartışılan Dinozorlar. En yaygın görüş bileceğiniz üzre Göktaşı çarpması olayı. İki tane jeolog Meksika açıklarında petrol ararken(Ki British Petrol'ün en sevdiği noktalardır) tesadüfen Chicxulub Krateri'ni keşfederler. Yıllar süren araştırmılar ve incelemeler yapılır. Daha sonra Nobel ödüllü Luis Alvarez oğluyla birlikte bu tezi ortaya atar. Aslında teorik olarak ilk önce Alvarez, dinozorların Dünya'ya büyük bir Göktaşı çarpması sonucunda yok olduklarını düşünüyordu daha sonradan krater bulundu ve tezi ispatlandı gibi görünüyor fakat krater aslında 1970'lerde bulundu ve Alvarez bu tezi 1980'lerde ortaya attı. Ortada garip bir durum oluşuyor. Kafadaki diğer soru işaretleri tabi ki incelenen kraterle bir nebze ortadan kalkıyor. Çarpışma o kadar şiddetli olmuş ki 200.000 kilometreküplük bir alanda erimiş ve buharlaşmış daha ötede olanlar ise savrulmuş. Dünya üzerinde yaşayan canlı türlerinin %70'inin yok olduğu, çarpışma sonrasında çıkan toz atmosferi kaplamış, Dünya aylarca(Aslında 10 yıl) karanlıkta kalmış ve hava soğumuş, bitkiler ışık alamadıkları için fotosentez yapamamaya başlamış. Lakin şöyle bir ikilem de doğuyor. Bu bahsedilen çarpışma, 66 Milyon yıl önce Kretase Dönemi'nde oluyor. Pliyosen Çağ ile Holosen Çağ arasında gerçekleşen Buzul Çağı da 2,6 Milyon yıl sürmüş. Holosen Çağ günümüzde içinde bulunduğumuz çağ ve Buz Devri'nin(Pleistosen) 10.000 yıl önce bitip, yerkürenin ısınmasıyla başlamıştır. Tek bir döneme ait gibi görünse de aslında Buzul Çağları 4,6 Milyar yılda tek bir sefer olmamıştır. Günümüzde tekrar olabilir fakat küresel ısınmayı tetikleyen unsurlar, hayatlarımızın bir parçası olduğundan ötürü yakın bir gelecekte öngörülebilecek bir şey değil. Sera Gazı salınımı ve Atmosfer'de artarak biriken Karbondioksit oranı bunu engelliyor. Geçmişte, çok uzun yıllar önce böyle bir şey olmadığından yerküre kendi kendine ısınmadıkça bu tür kısa ya da uzun buzul çağları oluyordu. Yani periyodik olarak 10.000 yılda bir kere Dünya Buzul Çağı'nı yaşar. Holosen Çağı, 10.000 yıl önce başladığına göre günümüzde ya da normal şartlarda 100 ya da 1000 yıl içinde bir buzul çağı olması gerekirken muhtemelen günümüz baz alındığında yüzbinlerce yıl Dünya, yeni bir buzul çağını yaşamayacaktır. Fakat geçmişte böyle değildi ve hali hazırda 66 Milyon yıl önce, Kretase Dönemi'nde buzul çağı yeni bitmişti çünkü araştırmalar dönemin ılıman olduğunu ortaya çıkarmaktaydı. Ilıman olması, bir buzul çağının yeni bittiğini ve yerkürenin giderek sıcaklaştığını göstermekteydi. "Sıcak" olsaydı yakın gelecekte bir buzul çağının olacağını düşündürebilirdi. Hal böyleyken milyonlarca yıldır yaşayan ve buzul çağlarını da geçirmiş olan dinozorlar bununla mı yok olacaklardı? Peki durum böyleyken, Survival Of The Fittest yalan mıydı? Yalansa GFAJ-1 nasıl fosfor varken fosfor kullanan yoksa da Arsenikle yaşayabilen bilen bir canlı olabilmişti. Eksik olan bir şeyler vardı."


GFAJ-1 isimli bakteri. Aslında ortamlarda fosfor varsa onunla takılır ama yoksa da sorun etmez. Özünde efendi bir kişiliğe sahip olan bu bakteri, eğer fosfor yoksa mırın kırın etmediğinden ötürü Arsenik ile yaşayabilir. Yokluk nedir iyi bilir, zamanın gençleri gibi hem sikim olsun hem donuma değsin felfesiyle değil hayata tutunmayı her türlü benimsemiş bir perspektifle yaşar. Delikanlıdır, bakteri aleminin kralıdır.



Herkesi tek tek inceleyen genç adam, masadakilerin sıkılmış olabileceğini düşündü ve hafif sitemkâr bir ses tonuyla "Ya iki saattir anlatıyorum, siz de hiç tepki vermiyorsunuz. Bu amına kodumun sarhoşu saracak birini mi arıyordu? Diye düşünüyor ve ayıp olmasın diye söyleyemiyor musunuz? Ben gerçekten sıkıldığınızı düşünmeye başladım." Aslında masadaki kadınlar çat pat da olsa bir şeyler anlıyor, daha çok olay erkeklere yarıyordu. Yancı, daha sonraki alkollü sohbet ortamlarında ortaya atıp şekil yapabileceği 3-5 tane bilgiyi aklına kazımıştı bile. Hepsini anlayamamış ama aklının kestiklerini  yazmıştı bir köşeye. Yazar sadece konuyu ve gidiş, gelişme'yi anlamakta detaylara anlam verememekteydi. En çok anlayan tombik oğlan gibi gözükmekteydi. Aklı kesiyordu ve genç adamla göz göze geldi. "Devam et lütfen" dedi ve ekledi "Nereye varacağını gerçekten çok merak ediyorum" dedi. Genç adam hafif bir tebessüm etti, birasından sağlam bir yudum aldı bitirdi. Garsonla göz teması kurup, boş 70'lik Arjantin bardağa işaret parmağını götürdü, sigarasından da sağlam bir duman çekti ve ağzından dumanlar hafifçe çıkarken başladı. "Eksik olan şeyler aslında geçiş formu fosilleri. Milyonlarca yıllık bir geçmişten söz ediyoruz ama bugün bile baktığın zaman 600 yıllık geçmişi olan bir devlete dair arşivlerde bile yeteri kadar bilgi olmuyor. Bunun sebebi nedir? Devletlerin arşivciliğinin iyi olmaması mı? Arşivlerin genel olarak halkla paylaşılmaması mı? Belki de ikisi de. Çünkü şu bir gerçek, biraz güç ve biraz mevki elde eden cahil bir adam konumundan aşağıdakileri aşağılamaya başlar. Güç, cehaletle birleşince ortaya kibir çıkar. Aslında bugün Çin veya İtalya'da olursanız eski Çin İmparatorluğu'nun belgelerine ya da Roma İmparatorluğu'nun belgelerine bir şekilde ulaşabilirsiniz. Bunun için muhatap olacağınız insanlar da; annesinin dayısının oğlu Floransa Belediye Başkan Yardımcısının uzaktan kuzeni olduğu için oraya torpille atanmışkimseler olmayacaktır. Durumunu ve isteğini anlayacak kişilerle muhatap olacaksın. İşin daha da ironik yanı 1500 yıllık bir belgeye bakabilirsin ama bu topraklarda 300 yıl önce olmuş bir şey hakkında araştırma yapacaksan da internetten araştıracaksın. O da ne kadar doğru ve geçerliliği makuldür, ikilemde kalarak bunu yapacaksın. Demek istediğim, kısa bir zamanı bile detaylı bilemezken milyonlarca yıllık dönem için teknolojik açıdan bir yeterlilik olmadığından ötürü günümüzde sadece belli başlı teoriler var. Genelde fizikçi ve astrofizikçiler farklı konulara yöneldiklerinden ötürü Dünya'nın geçmişi ve bu tip hususları es geçmekteler. Stephen Hawking'in Kara Delik ve Uzaylı saplantısı diğerlerine de yön verdi. Neil deGrasse Tyson'ın işin daha çok show kısmına geçmesi ya da Richard Dawkins'in şöhretle birlikte artık Rockstar kisvesine bürünüp, sadece dinleri çürütmeye yönelik takılmasından ötürü bu tip şeyler insanların ilgisini çekmemeye başladı. Bir tek Carl Sagan mükemmel işler yapıyordu ki o da uzun süre önce bu diyarları terk etti ne yazık ki. Eğer bir şekilde popüler bir tartışma konusu olarak gündeme getirilse, arz - talep ilişkisi doğacak. İnsanlar merak edecekler ve belki araştırmacıların çalışma bütçeleri artacak. Her şey birbiriyle bağlantılı. Neyse. Chicxulub Krateri ve Alvarez'in teorisine geri dönelim. Alvarez'in teorisinde Göktaşı sonrası dinozorların tamamen ve kısa bir süre içinde yok olduğu düşüncesi vardır. Daha sonra yapılan kazılarda çıkarılan fosiller bu düşünceyi değiştirebilecek türden olsalar da sadece tek bir şey ekleyip işin içinden sıyrılmışlardır. 'Bütün Dinozorlar bu çarpışmayla yok olmamış bazı küçük türleri evrimleşerek kuşların ataları olmuşlardır' özeti bu'dur düşüncenin. Bu duyduğum en salak ve en aptalca bilimsel öneridir. Sadece küçük olduğu için kuşa evrilmiştir yani? Bu mudur? İş burda daha da derinleşiyor. Uçabilen Dinozor olarak adlandırılan tür aslında 'Pterozor'. Bu canlılar sürüngendir, uçabilen sürüngen. Dinozor değillerdir ama Dinozorlarla akrabadırlar, uzaktan ortak bir ataya sahiptirler. Konumuzla da nihayet bir alakaya gelebildim onlar vesilesiyle. Balinalar ve Yunuslar. Kuzendirler ortak bir ataya sahiptirler. Ancak bu burada kalsın. Daha sonra döneceğim. Çünkü Alvarez'in olayı bitmedi ve tamamen bitirmeden Yunus ve Balinalara tam olarak geçemem. Pterozor olarak bilinen tür içinde 150 kadar farklı cins olduğu düşünülüyor. Mesela Angustinaripterus. Bu arkadaş kuvvetle muhtemel bugünkü Martıların atası olabilir. Balıkçıl beslenir, şekli şemali de andırır. Tam olarak direkt atası denemez ama uçan bir sürüngendir ve Dinozor değildir. Ya da Anurognathus, o da böcek yerdi. Günümüzdeki birçok kuş gibi. Tavuk gibi diyemem. Tavuk sadece böcek yiyormuş gibi gözükür yani öyle gösterirler. Hiç değilse bizim ülkemizde. Çünkü tavuk her boku yer. Baya yer. Boku da yer. önüne koyarsan insan leşi bile yer. Ülkemizdeki yıllar önceki Kuş Gribi dönemini hatırlayın. Kış zamanıydı ve binlerce kanatlı hayvanı durduk yere itlaf etmişlerdi. Sanırım birilerinin parası kalmamıştı ve bu tür kolpa bir virüs türeterek çeşitli; hap, aşı, losyon gibi tıbbi malzemeler üreterek yolunu bulmuşlardı. O kışın yazında ülkede yeni bir şey türedi. 'Kene'. Kene aslında sonradan türeyen bir şey değildi, hep vardı. Tavukların yetiştirildiği ortamlarda tavuklar genelde keneyle beslendiklerinden, kene yiyecek tavukların da büyük kısmı itlaf edilerek yok edildiğinden kenelerdeki denge bozulmuştu. Tabiatın dengesiyle oynarsan tabiat da farklı sürprizler yapacaktır tabi. En nihayetinde o yıl keneler coşarak, bağa bahçeye dadandılar. Genelde piknik yapan vatandaşın oturduğu çimlerde götlerine yapıştılar ve o yıl ortalama bir kara sineğin yarısı kadar ufak olan bu yaratıklar birçok insanın ölmesine veya yaralanmasına yol açtılar. He hâlâ daha çeşitli sebeplerden ötürü bu işe devam etmekteler ama eskisi kadar değiller. Tavuklar peki nasıl oluyor da bunu yiyorlar? Neden? Öyle alıştıkları için mi? Klişe olarak "İçgüsel" mi? Tavuklar vahşi hayvanlardır ve yumurtlayarak çoğalırlar. Yumurtlamak ilkel canlılarda bulunan bir üreme çeşidi. Mesela Caretta Kaplumbağalarını düşünün. Tipine baktığında 'Ulan bu 500 yaşında mı?" diye düşünürsün. Yaşlı ve ilkel görünür. Yaratılışı ve tabiatı böyledir. Ancak ne gariptir ki kendisi de yumurtlayarak çoğalır. Tavuk da aslında sevimsiz ve hatta çirkin bir hayvandır. Çirkinliği onun ilkel bir canlı olduğuyla alakalı aslında. Mesela bir Muhabbet Kuşu sevimlidir ama aynı türden oldukları addedilen Tavuk, sevimsizdir. Yumurtlamak ilkel canlılarda bulunan bir özelliktir. Mesela şöyle örnek vereyim; Karıncayiyengiller diye bir hayvan topluluğu var. 4 gruptan oluşuyor. Biri meşhur zaten Tapir olarak da bildiğimiz, Salvador Dali'nin de pet hayvanı olarak beslediği Büyük Karıncayiyen. Kendisi normal bir memelidir. Çiftleşme dönemi türlü kurlarla geçer, yılın her zaman çiftleşebilir. Gebeliği de 200 güne yakın sürer ve anne doğum yapar, yumurtlamaz. Ancak altsınıfı olan ve akrabası olan Dikenli Karıncayiyen yumurtlayarak çoğalır. Fakat memeli sınıfından sayılırlar. İnsan, Yunus ve Balinalar Theria alt sınıfı doğurarak çoğalır ama Prototheria alt sınıfı yumurtlayarak çoğalır. Bunlara da Tek Delikliler deni(Monotremata) yani Büyük Karıncayiyen Pilosa(Dişsiz Memeliler) sınıfındayken Dikenli Karıncayiyen Prototheria sınıfındandır. Bunun da sebebi Tek Delikli Memeliler'in; Cinsel organları, İdrar yolları ve Bağırsakları tek delikte birleşmelerinden ötürüdür. Zaman içerisinde evrimleşip, değişirler mi yoksa nesilleri tükenir ve sadece modernleşerek evrimleşen Büyük Karıncayiyen mi kalır orası bilinmez. Zaten doğa koşullarına göre kendini savunmak üzre kendisi Dikenli bir yapıya bürünmüştür. Bu da aslında ilkelliğini tesciller gibidir."



Salvador Dali ve evcil olarak beslediği hayvanı Büyük Karıncayiyen, 1969 Paris Metrosu Çıkışı


O sırada garson yeni bir bira getirdi ve masaya koydu "Masaya mı yazayım?" diye sordu, Yancı'nın gözleri parlamıştı "O'na bir bira ısmalarsam..." diye düşünüyordu ki "Hayır, benim adisyona yaz." dedi. Yancı'nın hevesi kursağında kalmıştı. Yeni gelen birasından bir yudum alan genç adam, tekrar kaldığı yerden devam etti. "Nerde kalmıştık? Heh Tavuklar. Tavuklar çirkindir. Hayır, kin beslemiyorum. Belli bir zamana kadar da tavuk yerdim. Piliç çevirme, mangalda tavuk kanadı hatta tavuk döner. Afiyetle, zevkle. Ancak bir gün bir şey oldu. Köydeydim, köyde dayımların evinin hemen yanında bir atölye vardı. Dayımlar marangozdu. Yarı açık bir marangoz atölyesi ve hemen yanında da çitler, çitin içinde de çimler vardı. Çimlerde de tavuklar ve horozlar. Uzaktan seyredip gülerdim. Komik gelirlerdi bana. Yıllar sonra bir gün yine köydeyken, atölyeye gidiyordum. Kaldırım taşları ve asfaltla tanışmamış bakir yollarda birçok canlıyı görebiliyorsunuz. Tesadüfen bir tane kertenkele gördüm. O kadar yaklaştı ki bana sonra salak korkudan kaçarken büyük bir taşa çarptı. Normalde refleksleri çok gelişmiş olan bu hayvanın neden böyle bir bok yediğini merak ettim. Eğildim ve elime aldım. Biraz inceledim. Hayvanlarla küçüklükten beri aram hep iyi olmuştur. Biraz baktıktan sonra geri bıraktım taşın ilerisine tabi. Ama bakarken yüzü bana tanıdık geldi. Ayrıca kuyruğunu da korkudan bırakmıştı. Kuyruksuzken daha garip gözüküyordu zaten garip bir tipi vardı. Atölyeye gittiğimde yakınlarda bir tavukla göz göze geldim ve garip bir şekilde az önce gördüğüm kertenkele ile tavuğu benzettim. Tamam farklı türdeler, farklı bir yapıları var ama  tip olarak benzettim. Hani bazı çok bilmiş karıların, denyo sevgililerini pohpohlamak ve adamı daha da bağlayabilmek için yaptıkları benzetmeler gibi değildi. Mesela eleman İsmail Türüt'e benziyordur ama karı sırf elemanı daha çok kendisine bağlamak için 'Aşkım sen Enrique İglesias'a benziyorsun' der ya işte onunla alakası yok. Seda Sayan'a göre de Nihat Doğan, Antonio Banderas'a benziyordu. Bu onun gibi bir şey değildi. Belli bir sebepten ötürü benzetmiştim. Sonra Tavuklardan iğrenmeye ve onlara karşı çirkin hisler beslemeye başladım. Araştırmalarıma göre de bulduğum bulgular aslında yaptığım salakça benzetmeyi doğruluyordu. Bir 15 dakika kadar önce Uçabilen Sürüngenleri 'Pterozor' olarak addetiklerini söylemiştim. Bu ona benzer bir şeydi. Ben de atası Dinozor olan bir canlıyı bir sürüngene benzetmiştim. Bu pratik olarak yanlış olsa da teorik olarak, hiçbir altyapı ve bilgi sahibi olmayarak doğru bir noktaya gitmişti. Aslında her şey...(O esnada masada gülüşmeler) 151 Milyon yıl önce yaşamış Archaeopteryx olarak bilinen Dinozor ile başlamıştı. Bu ilk ve tek uçabilen Dinozordu yani daha doğrusu Kuşlarla Dinozorlar arasındaki geçmiş formuydu. Kendisi bilinen en eski kuştur. Dinozorlar da zamanla şartlara göre değişkenlik göstermişlerdir ve değişmişler hatta evrim geçirip farklılaşmışlardır. Bir patlama sonrası birkaç yıl içinde 'Aman evrimleşmeliyim, ben Dinozor olarak kalırsam yaşayamam. O zaman kuş olayım, uçayım?' diye düşünüp de evrimleşmemişlerdir. Farklı iklimleri, farklı şartları görmüşlerdir. Ancak bu sefer de kafaya şöyle bir soru takılabilir 'Dinozorlar büyük yaratıklardı. Günümüzdeki akrabaları kuşlarsa onlara göre çok çok ufak boyutta. Bu nasıl oluyor?' diye. Bunun cevabı da yine milyonlarca yıl öncesinde gizliydi.





Akıllara durgunluk veren benzerlik. İsmail Türüt, Enrique Iglesias'a ikiz kardeşi kadar benziyor.




Triasik Dönemi, Jura Dönemi'nden önceki dönemdi. Bu dönemde Saltoposuchus adı verilen bir sürüngen türü ortaya çıktı. Kendisi Dinozor'un atası olarak kabul edilir. Yani Dinozor camiasının Oğuz Kağan'ıdır. Tüm Dinozorlar, tüm türleri istisnasız onun türünden gelmekteydi. Trias, Mezozoik Zaman'ın ilk Dönemi'dir. Ondan önceki zaman olan Paleozoik Zaman'ın 4. dönemi olan Devoniyen Dönem'de sadece iki dev kıta vardı. Dönemin sonunda doğru var olan iki kıta birleşti ve dev, tek bir kıta haline geldi. Gezegenin %85'i suyla kaplıydı ve iki kıta halindeyken magma baskı yaparak okyanusları sıkıştırmaktaydı. Okyanuslar da patlama yapmakta, Deniz seviyesi yükselmekteydi. En nihayetinde dönem sonunda tek kıta oluştu ve garip bir şey olmaya başladı. Bu dönemde inanılmaz şekilde ağaçlar büyüdü. Bunda denizselliğin etkisi olsa da aslında dönen dolap farklıydı. Bitkiler ve Mantarlar arasında bir rekabet vardı. Mantarlar, bitkiler oluşurken eylemsiz kalırken bitkiler filizlenip büyüyecekleri sırada bunu engelliyordu. Buna içerleyen bitkiler de milyonlarca yıllık bir süreçte, bunu kırmanın bir yolunu buldular ve Lignin üretmeye başladılar. Mantarlar karşılarında daha önce görmedikleri bu şeyi görünce am görmüş dilenciye döndüler ve Bitkilerin evrimi başladı. Bitkiler inanılmaz büyüdü. Tabi bunda kıtaların etkisi yok değildi. Günümüzdeki Kanada ve Çin'de ilk Yağmur Ormanları oluşmaya başlamıştı. Ancak bu Lignin üreterek büyüyen bitkiler, 10-15 cm arasındaydı. Mantarları ekarte ettikten sonra 30-40 metreyi bulan ağaçlara dönüşmeye başladılar. Haliyle bu aşırı büyüme de Atmosfer'e etki etti ve %20 dolaylarında olan Oksijen Miktarı %30'lara çıktı. Bu durum da Yeryüzü'nde yaşayan diğer canlılar etkiledi. Böcekler inanılmaz şekilde büyüdü. Ortalama bir erkeğin avucu kadar büyüklükte karıncalar, bir Kartal büyüklüğünde Sinekler oluştu. Tabi böcekler böyle büyürken diğer canlılar ufalmadılar. Onlar da büyüdüler. Bu olaya da 'Devoniyen Patlaması'  adı verilir. Konuyla alaklı en meşhur patlama olan Kambriyen Patlaması'nı da birazdan vereceğim örnekle geleceğim. Karbonifer Dönemi başladığındaysa ekosistem çılgınlaşmaya başladı. Omurgalılar tam anlamıyla karaya ayak basmaya başlamış ve burada çeşitlenmeye başlamışlardı. Yüksek Oksijen miktarı ise bu gelişim ve çoğalımı hızlandırmaktaydı. Akıl almaz büyüklükteki ağaçlar ve otlar, yeryüzündeki tüm Karbondioksiti içlerine çekiyor ve Oksijen üretiyorlardı. İnanılmaz bir şey olsa gerek. Karbonfiber Dönemi biter Permiyen Dönemi başlar, yine bir şeyler olur Dünya'daki tüm canlı oranı azalır aslında bu her dönemde az çok görülen bir şeydir. Kimi zaman ağır iklim değişiklikleri, kimi zaman su seviyesindeki değişiklikler, kimi zaman Göktaşı çarpması, kimi zaman Volkanik faaliyetlerin artışı gibi nedenlerle dönemler içinde canlı türleri yok olmuştur. Kim bilir belki herhangi bir dönem içerisinde bu toplu yokoluşlar olmasa bugün Dünya'da halen insan ırkı olmayacaktı. Belki farklı gelişmiş bir tür yaşayacaktı. Belki Yunuslar, su yerine karada kalmayı tercih edecek ve bizim yerimizi alacaklardı. Kim bilir? Hayır hayır, olay burda bitmiyor. Permiyen'den sonra Paleozoik Zaman biter ve dolayısıyla Mezozoik zaman başlar ve bahsettiğimiz Triasik Dönem başlar ve Saltoposuchus türeyip, çoğalır. He tabi Permiyen'de Mantarlar, Lignin'e karşı bağışıklık kazanırlar ve bitki büyüyüşünü durdururlar. Bitkiler bugünkü boyutlarına ulaşır ve atmosferdeki Oksijen oranı yine bugünkü seviyelere yani %20 dolaylarına iner. Tüm bunların vesilesiyle birlikte Saltoposuchus'tan türeyen Dinozor adını verdiğimiz sürüngenler de devasa boyutlara ulaşırlar. Hatta sadece Dinozorlar değil birçok hayvan türü bundan nasibini alır. Örneğin aynı türden gelmelerine rağmen Kedi ve Aslanları düşünün. Bir tane sığır bilimadamı, Göktaşı yaklaştığı için hayvanların korkudan yavrularıyla çiftleştiklerini ve aynı türden olan canlılar arasındaki boyut farkının bundan ötürü olduğunu düşündüğünü söylemişti. Malum hayvanların hepsinde bir üreme içgüdüsü vardır. Erkek, çok eşlidir tohumunu her yere saçmak ve neslini sürdürmek ister Dişi ise bir kişi ve en doğru, en değerli tohumu ister. Bugün bile böyledir bu kadın erkek ilişkilerinde. Erkek yaradılışı gereği sikinin doğrultusunda bir kader çizmiştir kendine ama bunda pek erkeğin suçu da yoktur. Bundan mütevellit o mevzu bahis bilim adamı böyle bir görüşe sahip olmuş. Aslında pek fazla seçenek olmayınca kabullenebilecek bir şey gibi gözükse de malum Göktaşları çarpmalarından sonra Dünya'da yaşayan canlı nüfusunun her seferinde %70'inin yok olduğunu düşünürsek pek de geçerliliği olan bir şeymiş gibi gelmiyor. Tek sebebi malum devasa patlamalar. Bundan 542 Milyon yıl önce Dünya dev bir kartopu halini Proterozoik Devir'deyken bırakmıştı ve canlı hayatı yavaş yavaş sudan çıkıp karaya doğru ilerlemekteydi. Paleozoik Zaman'ın ilk dönemi olan Kambriyen Dönem başlamıştı ve garip bir şekilde canlı türleri inanılmaz hızlı şekilde artmaya başlamıştı. O güne kadar tek hücreli canlıdan öteye gidemeyen Dünya'daki yaşam Kambriyen Dönem'de akıl almaz boyutlara ulaşmıştı ve takribi 20 Milyon yıl boyunca süren bu dönemde bugünkü canlı türlerinin %90'ı bu dönemde çıkmıştı. İşte bu yüzden bu dönemde yaşanan bu olaya Kambriyen Patlaması denmekte. Tabi buradaki patlama tıpkı Devoniyen Patlaması gibi canlı hayatının artışına dikkat çekmek için yapılan bir benzetmedir. Volkanik ya da Astreoidle alakası olmayan bir patlamadır. Her neyse Trias döneminde coşan Saltoposuchus, Jura Dönemi'ne geldiğinde kaybolacaktır. Saltoposuchus takribi olarak 220 Milyon yıl önce yok olur. 205 Milyon yıl önce de Jura devri başlar. Bu dönemde Dinozorlar doğanın tek hakimi olurlar. Karadaki en güçlü yaratık onlardır ve onların devri başlar. Taa ki Kretase Dönemi'ne kadar, malum olay yaşanana kadar. 65 ya da 68 Milyon yıl önce de Alvarez'in söylediklerine göre nesilleri tükenir. Ancak o dönemde rahatça yayılabilmelerinden ötürü feci şekilde çoğalmışlardır ve evrimleşmeye başlamışlardır. Malum Göktaşı'nın çarpmasından sonra aslında Dinozorlar hayatlarını sürdürmüşlerdir. Belli bölgelerdekiler, çarpmanın şiddetiyle ölmüş. Okyanuslar buharlarşmış ve bazı kısımlarında akıl almaz büyüklüklerde Tsunamiler(5 km boyunda) meydana gelmiş. Ancak hepsinden sonra yine sağ kalanlar olmuş. Neticede bugünkü gibi bir şey yaşam yok. Canlılar binalara bağlı değiller, düşünsene 30 dakika boyunca tüm Dünya'da 10 şiddetinde bir deprem oluyor. Ayakta kalabilecek bir tane bile bina kalmazdı hatta iki tane taş üst üste şekilde bile duramazdı. Göktaşı o kadar hızlı bir şekilde Dünya'ya çarpıyor ki o dönem henüz Bakire olan Atmosfer güzel bir Oksijen oranına sahip olduğundan, Göktaşı içinden geçerken alev alıyor. Bu da o malum 10 yıl sürecek karanlığı tetikliyor ve sadece bununla da bırakmıyor Asit Yağmurları'nın başlamasına sebebiyet veriyor. Göktaşı'nın çarpmasından sonra bütün ormanlar yanıyor yani bütün olmasa bile en kötü ihtimalle %70'i falan yanıyor. Ancak Göktaşı hızlı ve çok alakasız bir şekilde Okyanus'a çarptığından, okyanusun da derin bir kısmına çarptığından ötürü Atmosfer'deki Sülfat Aerosollarının oranını arttırdı. Her taraf sis içinde hatta Sülfattan ibaret mavi bir sisin içinde kalmasına sebebiyet verdi. Bu vesileyle Karbondioksit oranı da arttıkça arttı, Oksijen azaldı, hava çok soğudu, aslen soğukkanlı olan Dinozorların bile yaşayamayacağı kadar soğuğa dönüştü. Asit Yağmurları da ciğerlerini mahvetti, büyük çoğunluğu haliyle sağ kalmadı hatta canlı türlerinin çoğu bu vesileyle öldü. Bitkiler, hayvanlar, her şey. Dünya için bir Kıyamet provasıydı. Ancak en çok dayanan canlı türü bir Dinozor oldu. T-Rex. Aslında sonuna kadar Titanosaur ile birlikte gelmişlerdi. Doğadaki en büyük Dinozorlardan biriydi. Hatta T-Rex de büyüktü. Ne tesadüf ki büyük olmalarına rağmen ilk ölmeleri beklenenlerin onlar olması gerekirdi ama öyle olmamıştı. Garibim Titanosaur otçuldu, T-Rex'e göre oldukça mütevaziydi. Delikanlı bir Dinozordu. Etliye sütlüye bulaşmazdı, otunu yer, yatar uyurdu. Mamafih Göktaşı vesilesiyle yiyecek pek fazla şey bulamıyordu. Ancak T-Rex, otçul olmadığı için her şeyi yiyebiliyordu. Hayvan leşleri, halen daha hayatta olan diğer hayvanlar ve hatta otçul Dinozorlar... Titanosaur, T-Rex'in gazabından nasiplenecekti. Ancak bu dönem içerisinde hayatta kalan T-Rex'lerin çocukları olgunluk çağlarına geldiklerinde T-Rex'ten farklılaşmaya başladılar ve bu birkaç milyon yıl sürerek devam etti. En nihayetinde günümüzde de Tavuk olarak biliniyorlar.




T-Rex'in geçirdiği evrimsel şema ve bugünkü hali.


Tabi tek hayatta kalan T-Rex değildi diğer birçok Dinozor türü de çeşitli şekillerde evrimleşti. Titanosaur'un T-Rex vesilesiyle tamamen yok olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Aslında bu garibanın çilesi o dönemden sonra da bitmedi. Hiç daha önce sadece Yeni Zellanda'da yaşayan, garip bir kuş türü olan Moa'ları duydunuz mu? Aslında yapı itibariyle Deve Kuşu'nu andıran bu güzel kuşlar 700 yıl kadar önce tamamen yok olmuşlardır. Aslına bakarsanız türleri 7 Milyon yıl boyunca yaşamıştır. Ancak ne olmuştu da bu dev kuşlar pat diye yok olmuştu? İngiliz Zoolojist Samuel Turvey bundan birkaç yıl önce bir araştırma yapmıştı. Araştırma'da Moaların kemiklerinden büyüme süreçlerini incelemekteydi. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Çünkü Moalar 10 yıl kadar bir çocukluk dönemi geçirmekteydiler. Bu sebepten ötürü ortalama 240 kilo ağırlandaydılar ve uçma yetenekleri yoktu. Tıpkı bir başka Dinozordan evrilen Tavuk gibi ya da yine nesli tükenen ve yine Dinozorlardan gelen ve yine nesli tükenen Dodo Kuşu gibi. Tıpkı atası Titanosaur gibi otçul bir hayvan olan Moalar, ürkek ve çekingen hayvanlardı. O yüzden etliye sütlüye bulaşmadan ağaçların sık olduğu bölgelerde takılırlardı. Ancak bir başka kuş türü olan ve etçil olan dev pençeli Kartallar için muazzam bir avdılar. Pençelerini boyunlarına geçirdikleri anda bir çırpıda yere seriyorlardı. Tabi insanları da unutmamak gerek. Aslen Yeni Zellanda Yerlisi olarak bilinen Maoriler, 1280 yılında Portekiz ve Fiji'den kalkıp Yeni Zellanda'ya geldiklerinde en çok Moaları avlamaya başlamıştır. Çünkü kolay bir avdır daha henüz çocuk olan ve 10 yaşını doldurmamış bütün Moalar, içgüdüsel olarak zayıftır ve savunmasızdır. Kötü niyet düşünemediklerinden ötürü kolay av olmuşlardır ve daha kötüsü henüz çocuk oldukları için üreme zamanları da gelmez, dolayısıyla yıllar içerisinde(takribi 400 yıl) nesilleri tükenir. Maoriler dev boyutlarda olan Moa kuşlarının çocuk olabileceğini düşünmezler(Yani kimse de düşünemezdi aslında) ve Moaların neslinin tükenmesinde büyük bir rol oynarlar."






Solda Titanosaur ve sağda Moa. Bu iki otçul, zararsız garibanın kaderleri ne yazık ki birbirinin aynısı olmuştur. İkisinin de nesli tükenmiştir.











cümlesini bitirdikten sonra genç adam masadakileri inceden bir süzdü. Yaklaşık 2.5 saattir muhabbet ediyorlardı ve bu süre zarfında da bolca birayla, sigara içilmişti. Kızların kafa nispeten kıyaklaşmaktaydı ve ara ara kendi aralarında ettikleri sohbetten mütevellit diğer erkeklerin ilgisinin kızlara kayması gerekmekteydi. Çünkü kafası iyi kız; Pub, Bar Ekosistemlerindeki besin zincirinin en üstün iki altında olurdu. Zincirin en tepesindeyse Çakırkeyf Predator Erkekler olurdu. Çünkü çok fazla içmemiş, alkolden alması gereken özgüveni almış ve bu vesileyle rahatlamış, bilincini kaybetmemiş olurlar. Avlarını yakalamak için en uygun halde bu erkekler olur dolayısıyla da bu Ekosistem'in en tepesinde onlar olurlar. Ya da öyle zannederler çünkü en tepede "Çok içmeyeceğim" kızları olur. Muhtemelen 3-4 saatlik bir muhabbette sadece iki tane 50'lik bira(maksimum) ya da bir kadeh şarap içerler. Kendilerini dizginlerler ve bilinçlerini yitirmezler. Muhabbet ya da eğlenme esnasında bilinçleri hep yerindedir ve avlanmak için en zor hedeftirler. Ancak Besin Zinciri'nin en tepelerinde olmaları da tamamen "Ben seçilmem seçerim" tribinde olduklarından değil tam aksine ülkedeki Cinsel Açlık'ın kendilerine maksimum bir fayda sağlamasındandır. Elini bir şıklatsa, ayığı da sarhoşu da çakırkeyfi de onu reddetmez. Çünkü Bar ve Pub Ekosistemlerinin genel algısı böyledir. Esasında masada da buna benzer bir ortam vardı. Kadınlar sarhoş, erkekler ayık. Erkekler için müthiş bir av fırsatıydı ama masadaki durum bununla tamamen zıttı zira erkeklerin ilgisi kızlarda değil genç adamdaydı. Genç Adam'ın hâlâ ağzından çıkacak kelimeleri büyük bir hazla bekliyorlardı. Kadınlar ise kâh onu dinliyorlar kâh telefondan Vatzap'a bakıyorlar, Tinder'dan yakınlarda eşleşebilecekleri bir erkek arıyorlardı. Her kadınla bilim konuşulmazdı, Genç Adam bunun farkındaydı zaten amacı da beyin fırtınası yaratarak masadaki kızlardan 1-2 tanesini ayartıp geceyi threesome yaparak geçirmek değildi. O yalnız bir adamdı ve sadece masada dönen sohbet ilgisini çekmişti. Onlara bildiklerini aktararak vakit geçirecek ve kendisi kafasını dağıtacak, masadaki diğer kişiler de ondan bir şeyler öğreneceklerdi. Bu her ne kadar iyi niyetli bir perspektifin düşüncesi gibi gelse de normal bir görüşle hoş karşılanmaz zira "Tanımadığımız etmediğimiz adam, sarhoş mudur nedir bize sarıyor, git krdşm masadan yaaaa kafamızı siktin, noluyoruz be sana danışan oldu mu?" gibi çokça tepki alabilir hatta ülkenin her yerinde her türlü buna benzer ortamlarda, bilhassa da masada kadın varsa %99 bu tepkiyi alırsınız. Genç Adam büyük bir özgüven örneği göstererek bu adımı atmıştı. Kendisi de bu yüzden şaşkındı. "Beni hâlâ dinlediğinize şaşırıyorum aslında. Şaşırmamın nedeni 2 saattir beni dinliyor olmanız değil tam aksine dinlemiş olup hâlâ dinlemek istemeniz. Çünkü bir insan anlamadığı şeyi 2 saat boyunca dinlemez. Sıkılır, homurdanır, hatta kavga çıkarır. Lisedeki ya da ortaokuldaki Matematik derslerini hatırlayın. Genellikle öğrenciler ve Matematik öğretmenleri arasında hep bir husumet olurdu. Hep okulun en sevilmeyen öğretmenleri ekseriyetle Matematikçilerdi. Bunun sebebi Matematikçilerin genellikle kıl insanları olmasıydı tabi ama iyi olanları da pek sevilmezdi. Çünkü herkesin anlayabileceği ve yapabileceği bir şey değildi. Bu sebepten, Matematik de zorunlu ders olduğundan çokça fırtınalar kopuyordu. En çok dersten atılmalar bu derste olurdu. 3-4 saat Matematik'e maruz kalan bir sözelci en sonunda dersten kendini attıracak bir şeyler bulur ya da yanındaki arkadaşlarıyla goygoy yaparak bir şekilde vakit geçirmeye çalışır, bunu öğretmen görür, öğrenciyle ağız dalaşına girer, öğrenciyi dersten atar, öğrenciye kafayı takar, yazılılarda iyi yapsa bile not kırar, hatta sözlü notlarına eksi puanlar verirdi. Oldukça benzer bir durum aslında. Bazen de okulun sevilen hocaları olurdu. Genellikle herkesin ilgisini çekecek ve hoşuna gidecek derslere giren ve karakter olarak da iyi bir insan olduklarından ders anlatımlarını da öğrencilere sevdirerek yapan kişilerdi bunlar. Ders saatleri boyunca kimseden çıt çıkmaz, onu 2-3 saat boyunca zevkle dinlerlerdi. Tarih, Sosyal Bilgiler, belki Coğrafya. Bilemiyorum. Beden Eğitimi derdim ama onun pek bir sözle, anlatmayla işi yoktu. Her neyse, nerde kalmıştım? Heh. Geleceğim demiştim. Pterozorlar hakkında konuşurken onların Dinozorlarla geçmişte bir uzak akrabaları olduklarını söylemiştim tıpkı Balina ve Yunuslar gibi. Balina ve Yunuslar da geçmişlerinde birer sürüngendiler. Hayat bildiğiniz gibi suda başlamıştı ve malum Proterozoik Devri anlatırken Dünya'nın koca bir kartopu halinde olduğunu ve canlıların su dışına çıkamadığını söylemiştim. Proterozoik Devir bitip Paleozoik Devir başladığında, bu devrin ilk dönemi olan malum Kambriyen Dönem'i ve meşhur Kambriyen Patlaması'nı da anlatmıştım hatırlarsanız 1-2 saat önce. Hiç Amfibileri duydunuz mu? İsmi çok iyi mizah dolu şakalar yapmaya müsait olsalar da kendilerine Türkçe olarak 'İki Yaşamlılar' denebilir. Mesela Kurbağa. Hem karada hem de suda yaşar. Ya da Kuyruklu Kurbağa olarak adlandırılan Semender. Semender ilginçtir. Hem suda hem de karada yaşar, etçil olabilir hatta ateş içinde bile yaşayabilir. Asırlardır bu küçük hayvan hakkında bir ton efsane yazılmıştır hatta Fatih Sultan Mehmet kendisi için bir şiir bile yazmıştır. "Ateş içinde yaşamaya karar verdi Semender, aşkın gönlü ve canı yakan gömleğini giymemek için." tabi bu işin romantizm kısmı. Semender, Survival of the Fittest olayını en iyi gerçekleştiren hayvanlardan biri olduğu için böyle, bu tür şeylere konu olabilir. Alıp akvaryumda da besleyebilirsin ya da bir kutudan yuva yapıp evde de besleyebilirsin. Hatta Japonya'da popüler olup sonra tüm Dünya'da popüler olan, evrimi çocuk yaşta aşılayan Pokemon isimli animede de kendisi unutulmamış Charmender ismiyle aktarılmıtşır. Charmender, Charmeleon'a evrilir Charmeleon da en nihayetinde Charizard olur. Charizard hem uçabilen hem de yerde yaşayabilen bir Pokemon'dur. Bu da aslında Semender'in Amfibi olmasına bir atıftır. Çünkü ateş türünden bir Pokemon olduğundan ötürü kendisini su da yaşatmak, o Anime'nin tarzına aykırı olurdu hatta saçma olurdu. Bundan ötürü böyle yansıtılarak kendisine bilimsel bir selam edilmiştir. Çoğu insan bilmez bunu hatta belki de bilen yoktur, bilemiyorum şimdi. Neyse, milyonlarca yıl önce günümüzdeki gibi Amfibiler 6000 türden oluşmuyordu. Su'dan Kara'ya geçişteki sayı çok fazlaydı çünkü yaşam suda başlamıştı ve Tiktaalikler fazlasıyla çoğlamış, Kara yaşamına adapte olmaya çalışmaktalardı. Tiktaalik esasen balıktan Amfibilik'e geçiş ara formudur. Yani ne balıktır ne de tam anlamıyla bir kara canlısıdır. İşte Yunus ve Balinaların çıkış noktası da Tiktaaliklerdir. Onların ataları da öyleydi. Kambriyen dönemden 1-2 dönem sonra gelen ve Devoniyen Patlaması hakkında konuştuğumuz Devoniyen dönemde Tiktaalikler coşmaya başlamış. O döneme ait birçok fosil bulunmuştu bilhassa da Kanada'da. Hatırlarsanız o malum Devoniyen Patlaması hakkında konuşurken ilk Yağmur Ormanları'nın Kanada ve Çin'de oluşmaya başladığını söylemiştim. Devasa ağaçların patlak verdiği dönem. Yani o dönemin sonundaydı ama öyle adlandırmışlar, benim suçum yok. Bazı fanatik dinciler, evrim yalanlaması yaparlarken "Yhaa kardeşim sudan karaya geçmiş diyorsunuz da hayvanlar, ispatnız nerde ispatınız :D" diye alay ediyorlardı. Sanki onların inandıkları şeyin bir ispatı, bir kanıtı varmış gibi. Halbuki evrimin milyonlarca kanıtı varken adam dağa, taşa bakıp da "Kardeşim işte Allah'ın varlığına bir kanıt daha. Bu kadar düzenli şey ancak bir yaratıcının iradesiyle oluyor" diyor. Adama tutup da "Orojenez o amını siktiğimin salağı. Yan basınçla sıkışan Yerkabuğu plakaları kıvrılarak ya da kırılarak engebe kazanır ve dağlar oluşur." diyemiyorsun. Hadi de cevap olarak en fazla "Orojoz ne yav Allah'ın varlığını mı inkar ediyon pis Atayiz" der. Boşuna canını sıkarsın. Neyse böyle bir salak tartışma içindeyken, bilim insanları "Hakikaten" inandıkları ama ispatlayamadıkları bir şeyin ispatını bulmuşlardı. O da Tiktaalik Roseae'ydi. Su'dan Kara'ya geçen canlılara dair, ayaklı ve hakiki bir kanıttı. Bu fosilden sonra onlardan da pek ses çıkmadı zaten adamlar Dünya'nın 4000 yıllık olduğuna inanıyor, onlarla ne tartışabilirsin ki? Neyse. Bu Tiktaalik Roseae ayrıca Yunusların ve Balinaların da atasıydı. Milyonlar yıl önce Su'dan Kara'ya çıkıp, Kara'da evrimleşip ancak Su'dan kopamayıp, Su kenarlarında takılan ataları yani. Muhtemelen Su'dan biraz daha uzaklaşsalar bir daha Su'ya hiç dönmeyeceklerdi ama muhtemelen eşeklerini sağlam kazığa bağladılar ve korktukları için "Aman ben bildiğim gibi avlanayım" diyerek su kenarlarında kaldılar. Burda yine ortak bir ata göze çarpıyor. Hipopotam yani Su Aygırları'nın ataları Anthracotherium. Hipopotamlar da önemli tabi az önce bahsettiğim Amfibiklerden olması gerekir ama değildir çünkü yaşamak için kesinlikle suya ihtiyacı yoktur. Çünkü yaşam alanı orasıdır ve o da zaman zaman suyu kullanır. Sudan vazgeçemez değildir ama vazgeçmez. Dev bir hayvandır, çok güçlü ve büyüktür. Doğada en güçlü ve en korkusuz zannedilen aslanlar, sürü halinde bir Hipopotam'a saldırsalar babayı kaçmaya başlarlar. Çünkü Hipopotam'ın bir kafa darbesi, aslanı mahvedebilir. Bu büyüklük ve güçlülük, ayrıca suda takılmayı sevmek bir tesadüf olabilir mi? 







Charmender(Semender), Charmeleon(Chameleon yani Bukalemun) ve Charizard. Semender ve Bukalemun isim ve tip olarak bu Pokemonlara hayat verirken Charizard'ın bir esin kaynağı yoktur. Semender'in Amfibiliğine bir atıf olarak yapılmıştır.







Özellikle Yunusların, su altının en korkutucu canlıları olan Köpek Balıkları'yla karşılaştıklarında onlara sağlam bir kafa atıp öldürmeleri gibi. Bu kadar benzerlik bence kâfi ama dahası da var aslında. Hiçbir Yunus ve hiçbir Balina suyun altında sonsuza kadar kalamaz. En son yüzeye çıkıp ne kadar nefes aldılarsa, aldıkları oksijen bitmeye yakın tekrar yüzeye çıkarlar. Nefes almak onlarda keyfidir, bizdeki gibi otomatik değildir. Depresyona girerlerse kendileri nefes almayı keserek, boğularak intihar eder. Bu süre 5 dakika da olabilir birkaç saat de olabilir. Tabi bunda ayrıca kendilerinde bol miktarda bulunan Miyoglobin proteini de etkilidir. Hemoglobin'den daha fazla oksijeni barındırır bu yüzden Balinalar ve Yunuslar derinlere dalsalar da bu protein sayesinde nefes almadan da belli bir süre yüzebilirler. Yani bir nevi doğal dalış tüpüdür. Bazılarında bol miktarda Miyoglobin bulunurken bazılarında ortalama şekildedir. Uyurken, tam olarak uyumazlar. Gözlerinin biri açık ve beyninin bir lobu da aktiftir. Uyurken halka çizerler. Halkanın yönüne ters taraftaki gözüyle etrafı inceler, bu esnada o gözünün yönündeki lob aktiftir sonra halkanın diğer kısmına geçince açık gözünü kapatır, kapalı olan gözü açar, aktif beyin lobunu kapatır, o yöndeki beyin lobunu aktifleştirir. Bunu iki sebepten yapar. Birincisi ve en önemlisi nefes alabilmek için malum yüzeye çıkmaları gerekiyor ve beyin lobunun açık olması gerek. İkincisi ise Su altındaki en iyi avcı olduğu için. Gelen tehlikelere bu şekilde önlem alır. Ayrıca 180 derece dönüşünü tamamlayınca ters döner ve daire çizerek uyumaya devam eder, bunu uyanana kadar sürdürür. Etçildir, günde 40 kilo balık yer. Birçok balığı yiyebilir, derinlere dalıp keyfi olarak takılabilir. Çok büyük ses frekansları çıkararak avlayacağı balıkları hareketsiz hale getirebilir ve kolayca avlayabilir. ortalama 250-450 kilogram arasında kiloları vardır ama bu ağırlık safi yağ değil full kastan oluşur. Günde 250 km yüzebilir, yüzerken bir torpido gibi hızlı olabilir. Gagalarının önündeki çıkıklık onların daha hızlı yüzmelerini sağlar. Sadece hızlı yüzmelerini değil az efor harcayarak, suyu yararak gitmelerini sağlar. Konuşabilir, kendi aralarında zaten konuşuyorlar da. Balinalar da konuşuyor ancak Balinalar, Yunuslara göre daha düzgün hayvanlardır. Balinalar ayrıca şarkı da söyleyebilmekteler ve öyle basit şarkılar değil baya nakaratlı ve kafiyeli, uzun sözlerden oluşan şarkılar. Yunuslar şarkı söylemezler, kendi grupları içinde birbirlerine isimleriyle seslenirler. Ses frekanslarını kullanabilmelerinin yanında ayrıca Sonar özellikleriyle de birçok şey yapabilirler. Mesela deniz üstündeki gemileri bu şekilde fark ederek, onlardan uzağa çıkarlar çarpışmamak için. Karakter olarak insanlar gibidirler ve farklıdırlar. Kimi çok duygusalken kimi aşırı derecede psikopattır ama bilinen o ki, %95'i psikopat sınıfına girebilir. Zira en son Yunuslar üzerinde doğal hayatlarını sürdürdükleri yerde inceleme yapan bilim adamları, 30 Yunus'tan sadece 1 tanesinin insanlarla geçinebilecek türden bir Yunus olduğunu geri kalanının hiç siklemediğini, o bir tanesinin de çok yüzgöz olmadığını görmüşlerdir yani götten atmadım o psikopatlık oranını. Çiftleşmeye bayılırlar ve seksomanyaktırlar. Bu uğurda tecavüz de edebilirler hatta abartıp tecavüz çetesi bile kurup, 3-4 erkek yunus boşta gezegen dişilere tecavüz edebilir. Dişisi yavrusu olduğu için çiftleşmeye sıcak bakmaz, bu yüzden erkek gelip yavruyu öldürerek dişiyi çiftleşmeye zorlayabilir. Dişiyi çiftleşmeden hemen sonra bırakmak istemezse onu esir edip 10-15 gün zor kullanarak esir alabilir. Duygusal olanları karıları öldükten sonra yas ilan edip, ölene kadar matem tutabilir. Kendilerine ait dilleri vardır. Ancak insan ırkı bu konuşmaları duyamaz. Yunusların konuşurken çıkardıkları sesin frekansı 7000-17000 Hertz arasındadır, insanların algılayabildiği ise ortalama 20 - 6000 Hertz aralığındadır. Bu rakam Balinalarda ise 15-25 Hertz aralığındadır. Bazen yaradılışı gereği bazı Yunus Balinalar, yüksek Hertz'de ses çıkarabilirler. Örneğin bazı Balinalar 50 Hertz eşiğinde konuşurlar ve diğer Balinalarla iletişim kuramaz, yalnızlığa gömülürler bu durum Yunuslarda da vardır. İntihar sebeplerinden biri de bu olur bazen. Ancak bu durum Bilim Adamlarına yarar çünkü onları takip ederken çıkan ses seviyesi yükselince onları izlemek daha kolay olur. Yunusların yüzleri hep gülmez hatta hiç gülmez. Mimikleri yoktur ve insanlara bu yüzden çekici gelmeleri, cana yakın bulunmaları tamamen insanların gerizekalı olmalarıyla alakalıdır. Çünkü Yunusların ağız yapıları, İnsan beynindeki "Gülümseyen Yüz" devresini hareket geçirir, İnsan da Yunus'u hep gülen ve hep mutlu bir canlıymış gibi görür. Beynin Oksipitotemporal bölgesinde bulunan "Yüz Tanıma Tepkisi" harekete geçer ve bir yanılsama doğurur. Mesela Facebook'tan ya da Whatsapp'tan konuşurken bize atılan ":)" smileyları beynimiz gerçekten gülüyor olarak algılar ama tam zıttı olan ":(" smiley'a bir tepki vermez. Bu deneysel olarak da kanıtlanmış bir gerçektir. Zaten bir Yunus'u alıp, karaya çıkartıp, vücudunu boydan boya bıçakla yarsan bile surat ifadesi değişmez. Yani kasıtlı olarak "Aaa insan lan bu :D Napıyon lan amına koyduğum :D" falan diye düşünüp gülmüyorlar hatta hiç gülmüyorlar. Yunuslar vahşidir, evrimleştiği ortama göre yaşamış ve buna göre şekillenmiştir. Her gün, saatlerce avlanır. Birçok canlıyı öldürür, filmlerde bile görünce birçoğunun altına sıçtığı Köpek Balıklarını çat diye öldürebilir onlarla kapışmaktan hiç çekinmez, insana karşı merhametli falan da değildir. İnsanları sevdiği falan da yoktur. Bunlar tamamen gerizekalıların uydurdukları şeyler. Yunus insanlara birkaç şey için yanaşabilir. Yemek, canı sıkıldıysa belki biraz taşak geçmek ya da Seks. Evet seks. Bu yaratıklar ciddi ciddi seksomanyaktırlar. Her şeyi sikebilirler. Önlerine ne geliyorsa. Hatta doğada en çok eşcinsel yönelim Yunuslarda bulunur hatta bu eşcinsellik bazen sapkınlığa kadar gidebilir. Yunus, karşısındaki Yunus'un hava deliğine penisini sokar. Hem kazara onu boğar hem de işini görür. Küçük balıklara bile tecavüze kalkınır hatta insanlara bile bunu yaparlar. Her neyse Hipopotamlarla akrabalıklarından bahsediyordum ben. Hippolar suyu çok seveler, genelde temizlik ve dinlenmek için suya girerler. Afrika sıcaktır, bu hayvan da aşırı kilolu olduğundan sıcaktan bunalır ve kendini suya atar. Ortak Yaşam olayına da girer. Hippo ağzını 1.5 metre kadar açabildiği için bazı kuşlar gelir ve Hippo'nun dişlerini temizlerler. Hem Hippo temizlenir hem kuşların karnı doyar. Aynı şekilde girdikleri sudaki balıklar, Hippo'nun ölmüş derisini yerler. Hem Hippo'nun deri yenilenir, hem de balıkların karnı doyar. Win win durumu. Hippolar bebeklerini suda doğurur ve suda emzirir. Bu özellik Balinalarda ve Yunuslardaki gibidir. Akciğeri olmalarına rağmen suda yaşıyor olmaları zaten bu iki canlının geçmişte karada yaşadığının belirtileridir. Zaten hem balık olup hem de memeli olmak da biraz şov. Onlar dışında da yok zaten. Dolayısıyla bu üçü suda doğurur ve suda emzirir. Balinaların ve Yunusların başka imkânları da var ama bunu yapmazlar. Keza en çok Hippo'nun imkânı vardır ama o da yapmaz. Geçmişten gelen doğal bir dürtüyle, bir içgüdüyle.



Balinaların evrimini anlatan bir grafik. Burada en basit şekilde anlatılırken eksik halka değil halkalar olduğunu göstermekte. Muhtemelen Pakicetus keşfedilmeden önce hazırlanmış.





Darwin, meşhur eseri Türlerin Kökeni'nde (On the Origin of Species) Balinaların, ayı soyundan gelebileceklerini yazmıştı. Ancak iki yıl kadar sonra kitabının yeni baskılarında bu teoriyi çıkarttı. Muhtemelen büyüklüklerinden ötürü Ayılara benzetti ancak yine de çok komik bir şekilde yanılmış gibi gözükse de doğru bir tespitte bulunmuştu. Zira Ayılar, karada yaşayan canlılardır ve Balinalar günümüzde suda yaşarlar. Yani Balinaların geçmişte suda yaşayacağını düşünüyordu ve bunun sebebi de muhtemelen Balinaları inceleyip, kalça kemiklerini görmeleridir. Denizde yaşayan bir canlıda kalça kemiğinin bulunması da zaten garip bir durumdur. Zaten bazı balinalarda hâlâ ufak da olsa ayağa benzer bir çıkıntı mevcuttur. Günümüzde çok az olsa da Darwin'in 200 yıl önce yaşadığını düşünürsek, o dönem Dünya'nın teknolojiyle birlikte pek de amına koyulmadığı da göz önünde bulundurulrsa, incelediği Balinalardaki kemik yapılarının farklı olduğunu görüp de böyle düşündüğü muhtemeldir ancak hali hazırda kendisi Ayılardan geldiği konusunda yanıldığını anlamıştır. Hippotamlar otçul hayvanlardır ve son derece vahşilerdir. Afrika'da en çok insan öldüren hayvanlar ne timsahlar, ne yılanlar ne de kaplanlardır Hippopotamlardır. Hippolar salt etçil değillerdir sıkıldıklarında ya da çok acıktıklarında et de yerler ancak bunu genel olarak Leşçilik olarak yaparlar. Pek avlanmazlar. Leş yerler, ürkütücü boyutu ve boyutunun aksine hızlı oluşu(Ayılar gibi) onu aslında iyi de bir Avcı yapar. Lakin kendisi genel olarak ölmüş ya da öldürülmüş hayvanları yemeyi tercih etmektedir. Bu geçmişten biriyle aynı özelliği taşıdığını düşündürür. Hippoların ataları Anthracothere ile Balinaların ilk ataları Pakicetus de amansız birer leş yiyicilerdir. Pakicetus ilse Anthracothere uzaktan kuzendirler. Ancak bu kayıp halkadır. Yani henüz o halkadaki ara form bilinmemektedir. Hali hazırda Pakicetus da tıpkı Tiktaalik Roseae gibi yeni bulunmuştur. Lakin bu sefer Kanada'da değil adından da anlaşılacağı üzre Pakistan'da bulunmuştur. Pakistan pek bilime açık bir ülke olduğu için bilim adamları burayı pek fazla inceleme fırsatı bulamamışlardır. Pakicetus'un orjinal adı Pakicetidae'dir. Yani Pakistanlı Balina anlamına gelir. Pakiler, Dinozorların nesli tükendiği için doğada istedikleri gibi takılıyorlardı. Rekabet yoktu ancak cüsse olarak ufak olduklarından ötürü leşçiliğe pek devam edemediler muhtemelen kıyılarda avlanmayı sürdürdüler. Pakiler daha sonra Ambulocetus halini aldılar. Ambulocetus da tıpkı Pakicetus gibi Pakistan'da bulunmuştur. Ancak yapı olarak Pakicetus'dan farklıdır çünkü Su'da avlanmaya daha meyilli hale gelmiştir. Suyu arkaya doğru dalgalandırdıkları düşünülmektedir. En nihayetinde Ambulocetus da Kutchicetus'a evrilir. Daha küçük burunları vardır ve su hayatına daha iyi adapte olmuşlardır. Avlarını modern su samurları gibi avladıkları düşünülmektedir. Milyonlarca yıllık bu süreçte Balina olarak ilk ortaya çıktıkları hal, Dorudon'dur. Dorudon, balinaya benzer bir fiziğe sahiptir. Okyanuslarda yaşar, boyu da çok büyük değildir. Ortalama bir insanın 2 katı büyüklüktedir. Muhtemelen Dorudonlar, Türklerdeki Oğuz boyu gibi bir şeydir çünkü Balinalar ve Yunusları kapsayacak olan dağılımdaki ortada olan ve türeyişin yaşanacağı ortak ata kendisidir. Tam olarak da bir Balina sayılmaz çünkü bedeninde hâlâ ayaklar bulunmaktadır. Daha sonra da Squalodonlar falan derken Balinalar ve Yunuslar oluşmuş, o gün bugündür de atalarının karada kalmak yerine Su'ya göçmelerinin derdini çekiyorlardır. O yıllarda İnsan gibi bir yaşam sikici bulunmadığından hepsi ses yankı sistemlerini rahatça kullanabiliyorlardı. Dünya'nın bir ucundaki türünden birine mesaj yollayabiliyor ve bu mesaja karşılık alabiliyordu. Balinalarda bu mesafeler artık yoktur çünkü Dünya eskisi gibi sessiz değil bunun sebebi kim? Neyse, hepimiz biliyoruz bunu. 3-5 dakika önce Hippoların ataları olan Anthracothere ile Pakicetus'un ortak bir akrabaya sahip olduklarını ve bunun halen bilinmediğini söylemiştim. Bu sefer Pakistan'ın komşusu olan Hindistan'da bir fosil bulunmuştu. Kendisine "Indohyus" adı verilmekteydi. Onun da fosili yeni bulunduğundan tam olarak bir yere konulamadı. Ancak "Ufak, minyon bir geyik" olarak görülen bu canlının kemik yapısı bugünkü modern Hippolarınkiyle büyük benzerlik taşımaktaydı. Yoksa? Evet, düşünülüyor. Kayıp halka belki de Indohyus olabilir. Ancak ya bir Maymunsa? Yani Yunuslarla insanlar aslında akrabaysa? Baksana, birçok özelliğimiz aynı. Şiddete meyilimiz, sekse fazla düşkünlüğümüz, macera ve eğlenceye bayılmamız... Olmaması için hiçbir sebep yok. İnsanlar dışında kendilerini isimleriyle çağıran tek canlılar. Ya bilmediğimiz uzaktaki kuzenlerimizseler?" masadakilerin hepsi şaşkın şaşkın bakıyordu. Hatta 6. biralarına gelmiş, zurna olmuş kızlar bile ayılmıştı. Tombik Oğlan "Belki de..." diyebildi bunun üzerine Genç Adam "Bu kadar şey anlattım, doğadaki en zeki hayvanın hâlâ Yunuslar olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu. Tombik "Sanırım fikrim değişti." diye cevapladı. "Ne yani, Kara'ya çıkıp tekrar Su'ya döndükleri için mi?" diye sordu Genç Adam, Tombik de "Yani, kolaya kaçmışlar. Kalıp mücadele etmemişler. Belki de karada kalsalar nesillerinin tükünebileceğini düşündüler. İçgüdü, biliyorsun. Üreme ve hayatta kalma. Neslini devam ettirme..." diye cevapladı. Bunun üzerine Genç Adam kalan birasını fondipledi ve "Belki de Dünya'nın içine sıçılacağıın öngördüler ve buna alet olmak istemediler, o yüzden geçtiler bu da onları doğadaki en zeki canlı yapar." dedi gülerek. Ayağı kalktı "Sohbet için teşekkür ederim" dedi, hiç kimse bir şey diyemiyor, herkes oturduğu yere çivilenmişti. Şaşkınlıktan bir şey diyemiyorlardı. Tombik Oğlan "Vay be" diyebildi sadece. Genç Adam, garsona adisyonunu uzattı ve önceden hesabı hesapladığı için aynı anda da parayı uzattı. Tombik "Hey, gidiyorsun ama bari adını söyle? Belki bir gün yine bir yerde denk geliriz." dedi. Genç Adam "Amazingogullari, Hayrullah Amazingogullari" diye cevapladı. Yavaş adımlarla mekânı terk eden genç adam, yan masadaki sohbete kulak verdi. Masada 2 tane Liberal, 2 tane de DSİP'li hükümeti övüyorlar ve "Ben solcuyum ama hükümetin yaptığı şeyleri de doğru buluyorum" dedi DSİP'lilerden biri. Liberallerden biri de "Ben de bugünkü hocanın hutbesini olumlu okumluyorum, 'Aşırı tedbir Allah'a güveni sarsar' ne var bunda yahu? Neticede Doğal Seleksiyon diye bir şey var. Hükümet ne yapsın ki yani buna şekerim? Doğa'nın kanunu. Onu da mı hükümet yapıyor yani ahahahaha ilahi" diyordu. Genç Adam hafifçe dönüp Liberal'e "Sen Doğal Seleksiyon hakkında ne biliyorsun? Arkada 3 saattir. Evrim, Evren, Dünya hakkında konuşuyoruz. Burda edilen sohbete bak. Püü amlarınıza koyayım sizin. Doğal Seleksiyon içinde yaşadığımız modern dönemde halen daha sürüyor olsaydı, sen zaten şu an burada olamazdın hatta hiç var olamazdın." dedi. Liberalin gözleri fal taşı gibi açılmıştı "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu. Genç Adam güldü ve hiçbir şey olmamış gibi gitti. Demin kalktığı masadaki kızlar bu sohbeti duyup adeta kendilerinden geçmişlerdi ancak üşendikleri için Genç Adam'ın peşine gitmek yerine yanlarındakine yavşamaya başlamışlardı. O gece adeta "İkinize ikimiz, bayram etsin sikimiz" gecesi olacakken, kapının önünde genç adam bir dal sigara yaktı ve telefonundan bir şarkı açarak kulaklıklarını çıkartıp kulaklarına taktı. Yolda aheste aheste yürürken, sigarasından bir fırt çekip, kendi kendine "O Sik Üstü Edebiyat'ın dürzü yazarı bunları yazmaya meyil eder mi lan acaba? Ahahahaha amını siktimin dingili ya beyin amcıklaması geçirmiştir 3-4 ay kendine gelemez." dedi.  Yavaşça gecenin karanlığına karışırken, kulaklığından gelen sesler sigarasının dumanıyla birlikte gök yüzüne karışıyordu...

I could be the next to see
That there'll be nobody there
If you feel exited throw your hands into the air
No one can judge you baby.
That don't live your life
I need the resistance
Held by your astrological sign
Now I'm caught in the middle
You are next to me
I swim with the fishes
You come from sea
The Dolphins were Monkeys that didn't like the land
Walked back to the water
Went back from the sand...




18 Ağustos 2014 Pazartesi

Şortlu Erkek ve Bakkal Amca'nın kâh yürek burkan kâh sik kaldıran fantastik hikâyesi...

Uyanmıştı genç adam, terli ve sinirli bir vaziyetteydi. O gün izin günüydü, işe gitmeyecekti. Evde standart bir gün geçirecek, internette çeşitli zorluklarla açtığı sitelerden porno izleyip osbir çekecek, üşengeçlikten uyandıktan 4-5 saat sonra kahvaltı yapacak, Twitter ve Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde vakit öldürecekti. Hava adeta, aylık ücreti 80 TL olan spor salonlarının saunası gibiydi. Balkona bile çıksa, 2 dakikadan fazla duramıyor, karşı apartmanda yolluk silkeleyen kızları kesemiyordu. Birden içinden bir sigara içme isteği geldi, balkondan odasının yolunu tuttu. Masadaki ters dönmüş pakedi aldı ve yıkılmıştı. Çünkü içinde 2-3 dal kalmış olabileceğini düşündüğü paket boştu. Dizlerinin üstüne çöktü ve ellerini iki yana açıp "HAYIRRRRR" diye bağırdı. Gelmiş geçmiş en büyük sigara tiryakilerinden biri olan bu genç adam, ümitsiz ve çaresiz bir şekilde evde sağa sola bakmaya başlamıştı. "Tanrım bir umut ver, bir yerlerde 1 dal da olsa sigara bulayım." diye söylenerek evdeki bütün çekmeceleri karıştırıyor mamafih muvaffak olamıyordu. Karnı da acıkmıştı, kendi kendini ikna etmeye çalışıyordu. "Ya hem ekmek alırım hem de sigara alırım." bir dal sigara patlatırım sonra kahvaltı yapar, bir tane daha patlatırım. Zaten bakkala gidip gelmem maksimum 5 dakikamı alır. Hadi gideyim gideyim..." diyerek güç bela kendini ikna etmişti, sadece donla durmaktaydı, başına geleceklerden habersiz bir şekilde şortunu ve tişörtünü geçirip evden çıkıp bakkalın yolunu tutmuştu...


Yere dizlerinin üstüne çöküp, elleri iki yana açarak "Hayır" diye haykırmak birçok insanın zaman zaman yapmak istediği fakat çoğunun yapamadığı güzide bir davranıştır. En güzel isyan etme şekli budur, 10 saniyeden fazla sürünce insan "Napıyorum ben amına koyim?" dese de komşuluk ilişkileri bu atraksiyon sırasında çok önemli bir hale gelir. Zira haykırışları duyan komşular, limon kolonyalarını kaptığı gibi isyankâr şahsın bileklerini sürüp, ovalarlar ve kişiyi tekrar topluma kazandırırlar.


Evden çıktığında, yerleri silen kapıcı Hıdır ile göz göze gelmiş "Kolay gelsin" demişti, Hıdır da istemsiz ve soğuk bir şekilde "Sağol" dedi. Şüphelenmişti genç adam "Hıdır neden böyle davranmıştı?" diye sordu kendi kendine. 1-2 adım attıktan sonra çaktırmadan gerisindeki Hıdır'a baktı. Hıdır yerleri paspaslıyorken bir yandan da genç adamın götüne bakıyordu. Bir tuhaflık vardı, hissetmişti genç adam ve "Kafası iyi galiba" diyerek hızla asansöre binerek oradan uzaklaştı. Apartmandan çıktı ve 20 metre uzaklıktaki bakkala yürümeye başladı. Hava sıcak, hava zulüm. Yürüyordu, yolda ne tek bir insan vardı ne de havada tek bir bulut. Söve söve yürürken birden bakkalı gördü, bakkal dükkanın önüne bir tabure atmış. Bir de dal sigara yakmış, dondurma dolabına yaslanmış. Geleni geçeni seyrediyordu. Genç adam emin adımlarla bakkala yaklaştı ve merdivenden çıkarken "Selamın Aleyküm Nurettin abi" dedi. Bakkal da "Aleyküm selam yeğenim" diyerek cevapladı. Genç adam, hemen girişteki ekmek dolabına yöneldi. O sırada Bakkal Nurettin, hızlı ve seri adımlarla ekmek dolabının karşısındaki kasaya yerleşti. Genç adam dolabı açtı ve eğildi, eğilirken kıç çatalı hafif bir şekilde gözükmekteydi. Nurettin ağabey kendinden geçmişcesine genç adamın kaseyi dikizliyordu. Genç adam birden gözlerin üstünde olduğunu hissetti. Bu his ona rahmetli babasından yadigârdı. Zira babası sıhhi tesisatçıydı. Çocukluğunda, yazları babasına yardım eder, evlere gidip babasıyla tesisat işleri yaparlardı. Bir tesisat ustası için en önemli iki şey ayaklarının kokması ve kıç çatalıdır. Zira bir ustanın ayağı ne kadar fazla kokuyorsa işini o kadar iyi yapar, o kadar ustadır. Kıç çatalı ne kadar net görünüyorsa o kadar işinin piridir. Zira usta, müşterisini önce ayak kokusuyla etkisiz hale getirir, çatalıyla da hipnoz ederdi. Ayak kokusu bir nevi narkoz etkisi gösterirken, kıç çatalı da şehirler arası yolculuklardaki otobüslerin koltuklarının arkasındaki tv ekranı gibiydi. Tamir onarım sırasında kendinden geçen müşteri sanki 10 saniyede iş bitmiş gibi sanıyordu, zaman çabuk geçiyor, her iki taraf da mutlu oluyordu. Üniversiteye gidene kadar tesisatçılık yapan genç adam da bu hususları çok iyi bilirdi. Zira küçükken sadece babasının "Penseyi ver, anahtarı var" talimatlarına karışılık istediklerini veren ve bir çırak olan genç adam, yıllar içinde mesleği öğrenmiş 16-17 yaşına geldiğinde evlere tek başına onarıma gider hale gelmişti. Bir gün semt klisesinin rahibinin evinin tesisatındaki problem için çağrıldığında, ilk çatalının kesilişini burda fark etti. "Yaşından başından utan Agop efendi!!" diye sinirlenerek çıkmış, mesleği de bir süre sonra bırakıp üniversiteye gitmişti. Genç adam ani bir hareketle ekmek dolabından kıvrıldı ve arkasını dönerek "Bakkal amca hey bakkal amca, utanmıyor musun götüme bakmaya he!" dedi. O sırada Nurettin ağabey de genç adamın döneceğini fark ederek, kafasını 45 derece eğip, 2 metre yukarıda olan 37 ekran TV'den Arka Sokaklar'ı izliyormuş gibi yaparak genç adamın bu çıkışını engellemeye çalıştı. "Yeğenim ne götüne bakçam ya Arka Sokaklar'ı izliyom şu Mesut Komiser de çok kıral adam vallahi yavvv." dedi. İyice sinirlenen genç adam, beklenmedik bir şekilde "Hey bakkal amca, senin problemin ne biliyor musun dostum? O lanet kıçının, kafandan büyük olması. Şimdi beni dinle adamım, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın, paran var, pulun var, her şeyin var. Emrinde iki tane çırak çalışıyor. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Ekmek alanın götüne bakmak he? Sana üzücü haberlerim var, ilki kıyafetle ilgili. Şort, kapri giyen erkekler teşhirci değil. Sadece hava sıcak. Ağustos ayında hava genellikle sıcak oluyor. Şortlu erkek gördüğünde havanın sıcak olduğunu hatırlaman, sakinleşmene yardımcı olacaktır." dedi. Bakkal Nurettin neye uğradığını şaşırmıştı. "Ne diyon amuğa kodumunun?!" diye sert bir şekilde çıkışmıştı genç adama.


Sıhhi Tesisat ustası temsili olarak böyle bir şeydir. Bir tesisat ustasını, tesisat ustasını yapan 3 şey; Alet çantası, ayak kokusu ve göt çatalının görünmesidir. Şayet eve çağırdığınız bir tesisatçıda bu özelliklerden üçü de yoksa, hemen çaktırmadan polisi arayınız ve bekleyiniz. Zira kendisi bir dolandırıcı olabilir.



Bunun üzerine genç adam "Acaba sıcaktan ötürü kafam mı durdu? Ben mi yanlış anlıyorum?" diye düşündü. Bakkal Nurettin ile bir süre bakıştı ve "Özür dilerim Nurettin ağabey sıcaklardan işte böyle bazen gergin olabiliyoruz. Hakkını helal et." dedi. Nurettin ağabey de vakur bir şekilde elini göğsüne götürdü, kafasını öne eğdi ve "Olur yeğenim böyle havalar sıcak. Sen sıkma canını" dedi. "Abi sen ordan bir de kısa Malbora" ver dedi, o esnada yapacağı kahvaltıyı da hatırladı ve evde yiyecek bir şeyin olmadığını fark etti ve "Abi Nutella var mı?" diye sordu. Bakkal Nurettin de esprili bir şekilde "Sen Ekşici misin yeğenim kehkehkehkehkeh" diye sordu ve kasanın ordan çıkıp Nutella getirmeye gitti. 1-2 dakika geçtikten sonra gelmeyen bakkalı merak eden genç adam dükkanın diğer kısımlarına bakarak Nurettin ağabeyi aramaya başlamıştı. Birden adım seslerini duydu, bu gelen Nurettin'di. Yavaş ve sert adımlarla gelen Nurettin ile göz göze gelen genç adam bir anlık şoka girmişti. Zira Nurettin'in, üstü çıplak ve elinde Nutella kavanozu vardı. Genç adamla göz göze gelen Nurettin, şehvetli ve şiddetli bir ses tonuyla "Yala ulan beni Allahsız!" diye kükredi. Genç adam yine sıcaklardan halüsinasyon gördüğünü düşündü ancak bu pek halüsinasyona benzemiyordu, Nurettin iyice genç adama yaklaşmıştı. Bir eliyle genç adamı ensesinden tutup vücuduna doğru itmeye çalışırken diğer elini Nutella kavanozuna banmış vücuduna sürmek istiyordu. O esnada genç adamı "Tanrım bir mucize olsun da kurtulayım!" diye haykırırken, dükkandan içeri tüm tatlılığı ve şuh ses tonuyla "Merhabaa" diyerek giriş yapan genç ve oldukça şirin, tatlı ve güzel bir kadın içeriye girdi. Nurettin hemen elinin altındaki genç adamı fırlattı ve koşarak kasaya doğru gitmeye başladı. Koşarken bir yandan da eline buladığı Nutalla'yı da göğsüne sürüyordu. Genç kadın gülerek "Merhaba, rahatsız ediyorum ama Cumhur Sokak, Balon Apartmanı ne tarafta?" diye sordu. Nurettin içinden "Aha güldü bana verecek, Nutella'yı da seviyor olmalı. Verir bu bana." diye düşündü ve "Ne olur tek bir cümle daha kurma ve beni yala" dedi, kadın şaşkınlıkla Nurettin'e bakmakta ancak olana bitene bir anlam verememekteydi. O sırada genç adam kendini toparlamış ve ayağı kalkmıştı, Bakkal Nurettin'in genç bir kadını da taciz ettiğini görünce adeta 90'lı yıllarda TV'de yayınlanan 4. sınıf Amerikan aksiyon filmlerindeki esas çocuğa dönüşmüştü. Bilen bilir, esas çocuk düşmanından dayak yer, dudağı patlar, dudağındaki kanın tadına bakar ve aniden sert ve sinirli şekilde düşmanına bakar. Zira o kanın tadına bakınca "Aha şimdi sinirlendim" bakışı atar düşmana, aynen o şekilde Nurettin'e bakmaktaydı. Koşarak Nurettin'e doğru gitti genç adam. Nurettin genç adamın da geldiğini gördü ve "İkinize ikimiz bayram etsin sikimiz" diye düşünürken kafasına aldığı darbeyle yere yığıldı. Genç adam kaşla göz arasında bakkalın önündeki tabureyi alıp, Nurettin'in kafaya geçirmişti. Sonra tabureyi fırlattı, Nurettin'in üstüne tükürdü ve "Fak Yu" dedi. Genç kadın hayranlıkla genç adamı seyrediyordu, galiba O'na aşık olmuştu. Tezgahın üzerindeki, içinde sigara ve ekmek olan poşedini kavrayan genç adam, kadının elini tutup, kıvrak bir hareketle öptükten sonra "Bir şeyiniz yok ya mademoiselle?" diye sordu. Genç kadın kendinden geçmiş ve genç adama minnettar bakışlar atarak "Sayenizde iyiyim beyefendi, beni kurtardınız. Size çok teşekkür ederim." dedi. Günün kahramanı olan genç adam bakkaldan çıkarken, gözüne dondurma dolabı ilişti. "Nurettin bana çok acı çektirdi ama sigara ve ekmek beleşe geldi, iki dondurmadan da bir şey olmaz." diyerek iki adet Magnum aldı ve genç kadına dönerek "Birlikte birer dondurma yemeye ne dersiniz?" diye sordu. Genç kadın gülerek "Hay hay" diye yanıtladı.




Michael Dudikoff, Steven Seagal ve Chuck Norris ile birlikte 80'li ve 90'lı yıllarda Hollywood'un B Filmi türündeki en gözde aktörlerinden biriydi. Ülkemizde genelde ATV'nin ve arada Show TV'nin yayınladığı filmleriyle tanınan bu aktör, düşmanından bir süre sopa yedikten sonra dilini patlamış dudağına götürüp, kanının tadına baktıktan sonra "İşte şimdi dövdüm seni pislik herif!" bakışını en iyi atan atktördü. 



Genç kadın, genç adama dükkandan çıkarken "İsminiz nedir?" diye sordu genç adam cool bir şekilde aniden kadına dönerek, gözlerinin içine baktı "Amazingogullari, Hayrullah Amazingogullari" diye cevapladı. Kadın hoş bir şekilde tebessüm ederek "Memnun oldum Hayrullah, Ben de Pelinsu" dedi. "Memnun oldum mademoiselle" dedi Hayrullah ve tekrar kadının elini öptü. Kadın da bu jeste, jestle karşılık vererek Hayrullah'ın koluna girdi. O esnada bakkalın 2 metre karşısında; kısa boylu, sakallı, yağlı saçlı, göt göbek, sevimsiz bir eleman, elindeki tablete hararetli bir şekilde bir şeyler yazıyordu. Bir anda Pelinsu, bu erkeği görerek "Offff bu adam taa semtin başından beri peşimden geliyor. Şort giydim diye teşhirci mi sanıyor nedir? Aynı metrobüsteydik, aynı durakta indik ve peşime takıldı. Sürekli götüme bakıyor." dedi, Hayrullah sinirlenmişti. Hızlı bir şekilde tabetli adamın üstüne gitmeye başladı. Tabletli adam korkmuştu, bir anda tableti indirdi ve üstüne sinirli bir şekilde gelen adamla göz göze geldi. "Sen niye mahallemizin kızlarının götüne bakıp taciz ediyorsun lan götveren!" diye bağırdı. Bağırışmaları gören mahalle gençleri de etiket kelimeler olan "Mahallemiz, mahallemizin kızı, taciz, göte bakmak" kelimelerinin de cümle içinde geçtiğini duyunca hemen olay yerine intikal ettiler. Zira mahalle gençleri bu şekilde çalışırlar, bir polis ekip otosu gibi bu tip olaylarda kendi hayat felsefelerine ters düşen bir durum olursa sorgusuz ve sualsiz müdahale ederlerdi. "Beyefendi siz beni yanlış anladınız, amacım kız arkadaşınızın götüne bakmak değildi. Ortada bir yanlış anlaşılma var. Ben ünlü Tumblr yazarı Mert Duyarcıoğlu, ismimi illaki duymuşsunuzdur." dedi. Hayrullah "Hassiktir ordan yavşak" diyerek çıkıştı, mahalle gençleri bunun üzerine tabletli adamın üstüne zıpladılar ve adam kaçmaya çalışırken yere düşürüp tekmelemeye başladılar. Hayrullah günün ikinci kez kahramanı olurken, Pelinsu'nun gözünde artık bir Kurtarıcı'ya dönüşmüştü. "Hayrullah, kahramanım!" diye sarılıp öpmüştü. Birazcık utanan Hayro, "Estağfurullah lafı mı olur hanfendi? Ben insanlık vazifemi yaptım. Sallandıracaksın bunlardan iki tanesini İstiklal'de bak bakalım bir daha yapıyorlar mı?" dedi. Bunun üzerine Pelinsu da güldü ve "Ben bugün benim için yaptıklarından ötürü çok minnettar ve bir o kadar mahçubum. İstersen gel evimde sana bir kahve yapayım, hem içer hem de sohbet ederiz. Malum kadın ve erkek bir evde baş başa kaldıklarında sadece mutfak tezgahında tepinerek sevişmiyorlar, arkadaş da olabiliyorlar. Evim de şurda hemen Yan apartmanda." dedi. Hayrullah, önce kadının şortuna baktı sonra da kendi şortuna baktı ve dondurmasına sağlam bir dil darbesi atarak "Biraz duyarcıya benziyorsun sen de ama neyse hadi kırmayayım seni, teklifini kabul ediyorum." dedi, kadın Hayrullah'a yavaşça yaklaşarak Hayrullah'ın dondurmasını ısırdı ve kulağına eğilerek "Seni test etmek için yapmıştım zaten, hadi gel gidelim. Evde Nutella da var..." dedi. İkili koşarak yan apartmana giderken, gökte martılar vraaaaaklıyordu. Güneş batmaya yaklaşırken; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Ulusal 100 Endeksi, günü 367,36 puanlık artışla 78274, 87 puandan tamamlarken, Beşiktaş transfer yapamıyor ve en önemlisi duyarcılar ekmek çıkaramayıp, ağlayarak otuzbir çekmeye devam ediyordu...

27 Mart 2014 Perşembe

Cihangir Solcusu (Proleter Enternasyonalizmle karı düşürmeyi harmanlama uğruna adanmış hayatlar)

Orta gelirli bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştı İhsan. Doğduğu gün komşuları "Hoş geldin İhsan Bebek :))" dememişlerdi kendisine. Babasına direkt olarak "Kaç kilo doğdu?" diye sormuşlardı. İhsan henüz 2-3 saatlik bir bebekken elitliğini bu esnada kaybetmişti. Ancak baskılar onu yıldırmayacak, çokça ilerleyen saatler sonra kişilik arama sendromunu farklı şekillere bürünerek bitirmeye çalışacak ve henüz 2-3 saatlikken elinden alınan elitliğini kendi kazanarak, edineceği sikko çevresinde de bir saygınlık peşinde koşma tribinde olacaktı. Ancak bu çok uzun bir flash forward oldu. İhsan doğduktan iki sene sonra bir kardeşi daha olmuştu, 3 çocuklu, orta gelirli ortalama bir ailenin "okuyup adam olacak" çocuğu olarak ilk kelimelerini henüz 8 aylıkken söylemeye başlayacaktı. Ağzından çıkan ilk kelime "Seküler" olmuştu. Aile şaşkındı, ebeveynleri İhsan Bebek'e am görmüş dilenci edasıyla bakmaktaydı. O an babası Fadıl Bey düşündü, sağ elinin işaret parmağı ve baş parmağından kalan kısmı çenesine götürürek ortamdaki insanlardan farklı bir noktaya bakmaya başladı ve kafasını 45 derece yukarı kaldırdı. Kendinden emin bir ses tonuyla "İşte benim oğlum. Bu çocuk büyüyünce çok zeki ve vatana, millete çok hayırlı bir evlat olacak !" diye haykırdı. İhsan Bebek için o andan sonra işler çok daha farklı bir seyir alacaktı. Günler, haftalar geçerken ebeveynleri İhsan'dan "Anne, baba, mama, kaka" gibi onları mutlu edecek bir takım kelimeler söylemesini beklerken İhsan her seferinde farklı bir kelime söyleyerek ailesini hem şaşırtıyor hem de onları içten içe üzüyordu. Ancak elbette bunları isteyerek yapmıyordu. İkinci kelimesi "Statüko" olurken üçüncü kelimesi "Konjonktör" dördüncü kelimesi "Fraksiyon" vs derken İhsan henüz 1.5 yaşına geldiğinde CNN Türk'te program yapabilecek kapasiteye geliyordu. Ailesi bir yandan telaşlıydı ancak gereksiz bir umut ve mutluluk vardı içlerinde. İhsan'dan 1.5 yaş büyük ağabeyi Kudret, parkenin üzerinde ağzından salyalar saçarak tüpçü kamyonunu sürüp "Düüüüüütttttt, hannnn hannn hannnnn düüüüt düüüüt" efektleriyle oyun oynarken, İhsan birbirinden fantastik kelimelerle adeta evi ÖDP il başkanlığına çeviriyordu. Yıllar hızlı geçmiş, İhsan ve Kudret ilkokula başlamışlardı. Kudret okul bahçesinde arkadaşlarıyla kutu kola tenekesi ezerek futbol oynarken, İhsan Rotring kaleminin içini çıkararak oluşan boruya, koparıp çiğnediği defter yaprağını koyuyor, arkasına üfleyerek arkadaşlarının kafasına atıyor ve bundan muazzam bir haz alıyordu. Ortalama bir ilk ve orta öğretim aldıktan sonra lise giriş sınavlarında ortalamanın bir tık üstü puan yapmıştı İhsan. Bebekken çok şey beklenen o çocuk ailesini hayal kırıklığına uğratmıştı. Abisi Kudret, barajı zar zor aştığı için ailesinin de ondan pek beklentisi olmadığı için meslek lisesinin yolunu tutarken İhsan, "Belki yedek listeden girerim" umuduyla tercihlerini yaptı. Şansın genelde böyle göt oğlanlarına gülmesinden mütevellit İhsan o tırt puanıyla yedeklerden Cağaloğlu Anadolu Lisesi'ne kapağı atmıştı. Artık Cihangir Solcusu olmasına sayılı günler kalmıştı ve İhsan buna hazırdı. Mahalleden abisi Kudret'in arkadaşı Tolga da aynı okuldaydı, 2 üst sınıf olduğu için Tolga, İhsan'a adeta bir mentor olacak, Ramiz Dayı gibi İhsan'a akıl hocalığı yapacaktı. Verdiği ilk tavsiye "Oku" olmuştu. Sonrasında İhsan'ın "Anlamadım" dercesine attığı bakışları fark eden Tolga tavsiyesini biraz editler ve O'na "Okumasan bile kitapların ismini bil ve özetini falan ezberle yeter." der. Bu İhsan'ın aklına yatacaktır ve çıkışta ilk iş soluğu Cağaloğlu'ndaki sahaflarda alacaktır...


Cihangir Solcusu Beginner seti. Bu set, Liseden itibaren Üniversite'ye girene kadar kullanılan Cihangir Solcusu itemlerini kapsar. Sol'dan sağa ; Nietzsche Ağladığında, Godot'yu Beklerken, Kısa Kırmızı Marlboro, Pink Floyd, Unkapanı'ndan alınmış 80 TL'lik gitar, Çakma ama orijnale yakın Ray&Ban Aviator Gözlük.


Okuldaki ilk günleri tanıdık birilerinin olmasından mütevellit çekingen ve pısırıkça geçmeyen İhsan'ın, diğer çömezler üzerinde ünü artıyordu. Bunu üzerindeki "Aaa ne kadar özgüveni yüksek çocuk yaa" imalı bakışlardan anlayan İhsan, özgüvenine özgüven katarak daha kendinden emin takılıyordu. O vakte kadar karıyla kızla pek ilgisi olmayan hatta bir işi düşmedikçe bir kızla konuşmayan İhsan o günlerde adeta içine Hugh Hefner kaçmışcasına nefes almadan karıyla kızla konuşuyordu. "Mrb :P Nelerden hoşlanırsın :PppP" tandanslı girizgah konuşmalarında sohbeti biraz açtıktan sonra akıl hocası Tolga'nın tavsiyelerinden yola çıkan sorular sorar. "Yahu sen büyük üstad George Orwell'in 1984 isimli kitabını okudun mu? Üstad cidden döktürmüş. O günlerden bugünleri görmüş, büyük bir sistem eleştirisi yapmış. Kendi yarattığı distopyada gerçekten anlatılabilecek en makul şeyleri anlatmış. Kesinlikle oku, BA-YI-LA-CAK-SIN !" diyor, yetmiyor "Metallica çok bozdu abi yaaa. Ben hâlâ eskilerde kaldım Pink Floyd'un 1973 çıkışlı The Dark Side Of The Moon albümünü sarar sarar dinlerim. Babamın gençliğinden kalma pikap var evde. Kadıköy'den plağını buldum, çok pahalıya patladı ama olsun. O sesi müzik çalar, bilgisayar veremiyor azizim. Kulak bir kere alıştı mıydı diğerleri yayvan geliyor. Bir gün bize gelsene hem dinler hem de ders çalışırız :PPppp" bu da yetmiyor "Hocam Stanley Kubrick çok bozmuştu ancak kendi istediği çalışmaları yapmıyordu. Bunlar hep İlluminati'nin oyunları. Bak, Eyes Wide Shot'a kadar hep böyle sübliminal işler yaptı zaten biliyorsun en bilineni ve en ünlüsü A Clockwork Orange'dı. Gerçi kitabı daha güzeldi ama olsun. O filmde mesela masonik sembolleri çok kullanmıştı, beyin yıkama ve şiddet eğilimi tekniklerinin üzerinden geçmişti. Full Metal Jacket'ta Amerikan propagandası yapmış, yetmemiş 2001 : A Space Odyssey'de olayı uzaydan aktarmaya devam etmişti. İşte ne olduysa hocam, bu adamın kafasına dank etmiş ve Eyes Wide Shot'ta İlluminati'yi eleştirmiş. Zaten çok garip bir şekilde film bittikten birkaç ay sonra kalp krizinden ölmüş. Karısı öldürüldüğünü söylüyor ama konu hep kapatıldı ve gündeme gelmedi. İstersen bu sohbetleri Cihangir'de birer kadeh Bordeaux şarabı içerken devam ettirelim tatlı kıs :PPpp" diye coşuyordu. Bütün konuşmalarında hep bir sanat vurgusu, hep bir "Ben çok bilirim" tribi yapıyordu. Tam bir Cihangir Solcusu olmuştu. Bilgisayarı varken aylarca yemeyip, içmeyip, para biriktirip sırf şekil olsun diye daktilo almıştı. Hatta günümüzün teknolojik profesyonel fotoğraf makinaları yerine eski, old school makinalara daha fazla para vererek alıyor, retro tribiyle karı çözmeye çalışıyordu. Daktilosuyla da ara ara rezalet şiirler yazıyor, Montaigne tribine girerek birbirinden saçma sapan yazdığı düz yazıları "Deneme" adıyla okul gazetesine iteliyor, karıya kıza burdan da yürüyordu. Fotoğraf, Edebiyat derken en önemli üçüncü sanat olan Müzik'i rahat bıraksa olmazdı İhsan. Ucuz yollu bir hocadan ders kapatan İhsan 3-4 aylık bir süreçte Caddelerde Rüzgâr, Yollarda Bulurum Seni, Fesupanallah ve Hatırla Sevgili'yi çalmaya başlamıştı. Angutluğu burdan belliydi zira maksimum 2 aylık bir eğitim ve çalışmayla yapılabilecek şeylerdi bunlar. Ancak "Bare" basmayı hiçbir zaman öğrenememişti, sırf şekil olsun diye yanında hep bir pena taşırdı. Hatta birinden çarptığı Beatles penasının ucuna bir delik açarak, siyah deri bir ipe geçirip boynuna asmıştı. O artık tam bir Cihangir Şövalyesi olmuştu. Lise biterken "Üniversitede ne karı kız götürürüm beeee" diye düşünüyordu. O sene ÖSS'ye giren İhsan, hiçbir şeye yeteneği ve hiçbir hayali olmamasından ötürü "Nerde rahat karı kız çözülür?" diye düşünerek tercihler yaptı. Kafasında hep "İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kapağı atarsam iş tamamdır. Radyo TV çok klişe, ordan bir şey düşmez. Heh bir de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girerim." düşüncesi vardı. Ancak Okulları, fakülteleri kurarken bölüm bile düşünemez olmuştu. "Ne olursa olsun fark etmez" diye düşünürken Tolga aklına geldi ve üniversitede olan Tolga'dan yine tavsiyeler almaya girişti. Cepten Tolga'yı aradı ve 35 saniye süren konuşmada Tolga sadece "Moruk ben Gazi Üniversitesi Çeko'dayım. Ne yap et memur olma, gerekirse İşletme oku ama böyle matematiktir, fendir öyle yerlerden uzak dur. He bir de Felsefe'den çok karı düşüyor. Ancak biraz siyasetle ilgilenmen lazım. Hadi ben Büt'e gireceğim, Allah'a emanet ol." deyip telefonu kapattı. "Siyaset mi?" dedi İhsan kendi kendine. "Ulan ben ne anlarım siyasetten aq?" diye tekrar kendi kendine yineledi. O an o siyaset işini boşverdi ve bölümleri Facebook'ta aratmaya başladı. "İstanbul Üniversitesi Edebiyat" grubuna baktı, full sap doluydu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar'dan Felsefe'ye bir baktı ki, aklı götüne kaçmıştı. Her yer karıydı. Bu tam Cihangir Solcusuna göre bir işti... İlk tercihine Mimar Sinan Felsefe'yi yazdı "At Fav'a bekle" tribinde yerleştirmeleri beklemeye başladı. Hayatı boyunca dua etmemiş, Süphaneke'yi bile bilmeyen İhsan günler boyu verdi duayı, verdi namazı. Her Cuma yapıştırdı Ayeti, Bakara'yı. Egemen Donation misali. Tarihler Ağustos'u gösterdiğinde ÖSYM'nin sitesine milyonlar adeta "EKMEK ÇIKTIIII" der gibi yüklenimşlerdi. Sabah ve öğlen sonucu öğrenemeyen İhsan stresten her yerini sivilce basmış bir halde, akşam üzeri tekrar bir yokladı siteyi. Yazdı TC kimlik nümerosunu ve sevinç çığlıkları atmaya başladı. Aylarca beklediği yer artık gelmişti. "BEKLE BENİ MİMAR SİNAN, İHSAN GELİYOR. OKULDAKİ TÜM GÜZEL KIZLARA PARMAK ATACAĞIM." diye deli sikmişcesine bağırıyordu...



Mimar Sinan Üniversitesi hem adından hem bulunduğu konumdan hem de Mimari olarak klas olduğundan birçok genç entel kardeşimizin rüyalarını süslemektedir.



Yaklaşık 2 hafta kadar sonra babasının koluna girerek kayıt yapmak için okula geldi. Babası Fadıl Bey "Ulan amuğa goydumunun burda okuyup ne olacan bitince? Gerizekalı herif, yıllarca biz seni hiçbir şey olama diye mi okuttuk? Derdin karı kızsaydı şayet, ilkokulda sanayiye vereydim seni. Ali Ekber amcanın İstoç'ta Kaportacı dükkanında mis gibi işi öğrenirdin sonra askere gider gelir, şimdiye eline altın bir bilezik takardın. Paran da olurdu, yapardın karıyla kızla bir şeyler. Sıçan seni." diye okul girişinde bir güzel basmıştı kalayı İhsan'a ancak İhsan'ı zerre etkilememişti bu konuşma. Büyük bir şevk ve azimle öğrenci işleridir, rektörlüktür koşturdu durdu. Nihayet akşam üzerine doğru kaydı bitmişti. Derslerin başlamasına da çok az bir süre kalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Artık hayallerine kavuşacak, nihayet üniversitede rahat ve free kızlarla tanışacaktı. İstanbul'da oturduğundan mütevellit ailesi onun ayrı bir eve çıkmasına müsade etmiyordu. Zaten iki tane de kardeşi vardı. Anası babası bir yere gitse bile illaki kardeşlerinden biri evdeydi. 18'ine kadar eli kız eline değse de, tenha cafe ve varoş kızlı erkekli publarda yiyişmekten öteye gidememişti. Eve hiçbir zaman karı kız atabilmiş değildi. Artık üniversitede evi falan olan başka şehirden gelmiş rahat kızlarla takılabilecekti. "Ulan bir de İzmirli çözdük müydü benden kralı yok amuna koyum" diye söylendi kendi kendine. Ellerini kafasının altında birleştirmiş, yatakta uzanıp, tavanı seyrederken aklından türlü türlü hıyanlıklar, çakal çukallıklar geçiyordu. Yer yer fücudunun bir takım uzuvları hareketleniyordu. Sonra "Şimdi yatayım, sabah erken kalkar sıvazlarım" dedi ve uykuya daldı. Günler günleri kovaladı ve nihayet ders yılı başlamıştı. İhsan okula adeta koşarak gitmişti. Heyecandan gözü hiçbir şey görmüyordu. Tramvayda kimseyi fortlamıyor, Tophane'de yürürken nargilecideki tiki kızlar kesmiyordu. Sadece okula gitmek istiyordu. Okulun kapısından içeri adımını attı ve çimenlikte gitar çalıp Akdeniz Akşamları'nı söyleyen kızlı erkekli gruba hayran hayran baktı, içinden "Yaşasın! Yakında benim de böyle ortamım olacak!" diye geçirdi. Hızlıca okul binasının içerisine daldı ve Felsefe bölümünün ders programını aradı. Bulmuştu ancak etraf çok kalabalıktı, etrafı inceden kesti mamafih pek istediğiyle karşılaşamadı. Zira her yer erkek dolu, nadiren de kız vardı. "Neyse erkekler başka bölümdendir, kalabalık yapıyorlardır." diye düşündü, hunharca ders programını elindeki deftere yazmaya başladı. Büyük bir şevhet, hırs ve ihtirasla yazıyor, bir an önce programı bitirmek için adeta kendinden geçercesine yardırıyordu kağıda. Nihayet bitirmişti ve soluğu kantinde almıştı. Bir kahve kapmış, gözüne birilerini kestirmişti ancak hiç kimseyi tanımadığı için buna teşebbüs etmek istemedi. Tek başına bir yere çöktü ve etrafı seyretmeye başladı. Hemen karşısındaki masada Morpheus gözlüklü, Zerrin Özer'e benzeyen, balık etli ve çemçük ağızlı kız "Sezen'in son albümü çok başarılı" diyor karşısındaki Steve Buscemi kılıklı konservatuar öğrencisi "Abi Coen kardeşlerin son filmi EF-SA-NE!" diyordu. Tam İhsan'ın aradığı ortamdı, içi cıvıl cıvıl olmuştu. Adeta bir zihinsel orgazm yaşıyor, etrafa imrenerek bakıyordu. İçinde ortalama bir insanın 35 yılda erişemediği yaşama sevinci İhsan'da 10 dakikada yeşermişti.  İlk dersinin başlamasına 15 dakika kadar kalmıştı. Saatine baktı ve kampüsün yolunu tuttu. İçinde derin bir sevinç, büyük bir heyecan vardı. Kendinden emin adımlarla sınıfına yürüdü. İçeriye girdi, sınıfa bir göz attı. Aman tanrım. O da ne? İhsan, İbrahim Tatlıses gibi beyninden kalaşnikov ile vurulmuşa dönmüştü. 40 mevcutlu sınıfta 35 erkek vardı ve 5 de kız vardı. Kızlar kıza benzemiyor. Biri rahmetli Selçuk Yula'ya diğeri Safiye Soyman'a, bir diğeri Belkıs Akkale'ye benziyor, diğerleri ise bildiğin duvara benziyordu. Hayalleri suya düşen İhsan, bir anlık sinirle elindeki defteri ısırmıştı. Gözleri dolu dolu bir şekilde defteri dişleyen İhsan dizlerinin üstüne çöktü, defteri duvara fırlattı. Gözlerinde, Tamirci Çırağı şarkısının finalinde kızdan fırçayı yiyen Cem Karaca misali tomurcuk yaşlar vardı. Ellerini iki yana açarak "HAYIIRRRRRRR !" diye bağırmaya başladı. Adeta Star Wars: Episode I - The Phantom Menace'in sonunda ölüp, Episode II Attack Of The Clones'ta Anakin Skywalker'ın, anasını öldüren Tuskan köylülerini teker teker doğradığı sahnede öte diyardan "NOOOOOOOOOO !" diye bağıran, Anakin'in ilk Arsene Wenger gibi keşfeden ve bir sürelik akıl hocalığı yapan Qui-Gon Jinn gibi içli bir şekilde bağırıyordu. Sınıf arkadaşları hemen koştular, biri hemen çantasından tütün kolonyası çıkardı ve İhsan'ın bileklerine döküp ovalamaya başladı. "Tamam sakin ol kardeşim. Geçti. Geçti tamam atlattın şoku. Biz de yaşadık. Benimle kal, benimle kal. Buraya bak, bu kaç?" diyorlardı sıra sıra. Zira onlar da 10-15 dakika önce benzer bir şok yaşamışlardı. Çünkü hepsi İhsan ile aynı zihniyete sahiptiler ve burayı seçme sebepleri ne Freud'tü ne Michel Foucault ne Platon ne de George Best. Hepsinin amacı aynıydı. "Zevkli bölüm, dersler kafa sikmez, geçmesi de mezun olması da zor değil. Arada gelsek bile yeter. Karıyla kızla takılır, yata kalka geçeriz, yaparız. Amlarına koyarız" idi tek amaç. İhsan sakinleşmişti, ilk müdahaleyi gerçekleştiren sınıf arkadaşı Cengiz, İhsan'ın koluna girerek O'nu sırasına oturttu. Beraber oturdular ve ilk dersi beklemeye başladılar. İhsan, "Sen de mi kardeş?" dedi. Cengiz acıklı bir bağlama solosu alttan çalarmış gibi, boynunu büktü, kafasını yere eğdi ve kısık bir sesle "Evet..." diyebildi. O günün sonunda sınıftan 15 arkadaş toplaşıp ucuz yollu bir birahaneye gittiler. Hepsi yediler, içtiler, konuştular. Birbirilerini anlattılar, birbirlerini dinlediler. ilk birada kadar futbol, 2. birada siyaset, 3. birada din derken 4 ve 5. biralarda eski aşklar&arabesk müzik yaparak ortalama bir sap aktivitesi gerçekleştirmişlerdi. O gece İhsan'ın ilgisini Cengiz 2. ve 3. biralarda oldukça çekmişti. Zira Cengiz'in din ve siyaset bilgisi o masadaki herkesten fersah fersah ötedeydi. Ertesi gün İhsan, Cengiz'e yanaşıp "Kanka bana 2-3 tane siyasetle alâkalı kitap önersene ya." dedi. Cengiz, İhsan'ın amacını bildiği için "Bak krdşm, olay belli. Mimar Sinan'dayız. Ötesini arama, git sahaflara, tatava yapma Karl Marx - Das Kapital al, geç." dedi. Bu altın değerindeki nasihati alan İhsan dersler bittikten sonra soluğu hemen sahafta aldı. Kredi Kartı'na 4 taksit bir adet Das Kapital aldı ve o günden sonra layıkıyla bir Cihangir solcusu olmaya başladı. Lügatına "Proleter" kelimesini ekleyen İhsan, artık ezilen halkların yılmaz bir savunucusu olacaktı...



Bir entelin kesinlike bilmesi gereken kelimelerin sıralı tam listesi.



 Cengiz ile kantinde otururken dümenden, yüksek sesle siyasi tartışmalar yaparak, kantindeki kızların ilgisini çekmeye çalışan ikili ilk birkaç girişiminde başarısız olsalar da daha sonraları amaçlarına ulaşmışlardı. Siyasetten, tarihten, ideolojiden zerre haberi olmayan ve hiç bilgi birikimleri olmayan İhsan ve muadilleri öğrendikleri 3-5 kelimeyle, 3-5 kitap ismiyle ortamlarda adeta Orta Doğu analisti gibi takılıyor, karıyın kızın aklını alıyorlardı. Yer yer Liberal oluyor yer yer Marksist-Leninist oluyor, ortama göre takılıyor, nabza göre şerbet veriyor ancak asla ama asla mantığa en uygun, vicdana en uygun neyse onu yapmıyor, yapamıyordu. Çıkarı neredeyse ondan oluyor, yeter ki bir karı düşsün, biraz popüler olayım, ne olursa olsun onu desteklerim diye takılıyordu. Bir gün Cengoyla iki tane zengin ve güzel karı çözen İhsan, kızları Cihangir'e götürdüler. İki tane Efes Dark söylediler ve birden gündem siyaseti konusu açtılar. İhsan hemen patlattı "Totaliter rejim kendi distopyasını kurduğundan mütevellit farklı fraksiyonların ortaya çıkması oldukça doğaldır. Daha başka fraksiyonlar da çıkabilir ancak mevcut konjonktör seküler bir anlayışla yıkılacaktır." diye. Kızlar şaşkın şaşkın ve hayran hayran İhsan'ı izliyorlar, İhsan coştukça coşuyor, yardırdıkça yardıryordu. "Adamlar yiyor ama çalışıyorlar krdşm. Mesela tamam belki nerdeyse mutlak monarşi getirdiler ülkeye ama hâlâ demokrasi var. Yani diktatörler ama demokratlar da yani. Duble yol falan yapıyorlar, Toki mis gibi arsaları kapatıp üstüne kıytırık siteler yapıyor. Bundan yıllar önce 'One Minute' demişti başbakan. Oylar AKP'ye" diyor, yan masadaki Turgay Oğur ve Ceren Kenar bu sözleri işitiyor, o an içtikleri kadehteki Tuscana Şarabı'nı masanın üzerine bırakıyor ve ayağı kalkarak çılgın çocuk İhsan'ı alkışlamaya başlıyorlardı. O sırada Turgay ve Ceren'in masasına, bıyıklı, kısa boylu, zorlama ve bayağı Adıyaman şivesiyle konuşan bir adam geldi. Kısa kollu gömlek giymişti. Gömlek cebine de sigara pakedi sıkıştırmıştı. Güzel bir halk adamı imajı veriyordu ama bilmezdi ki gariban adam gömleğin cebine Samsun 216, Maltepe, Yeni Harman falan koyardı, kısa Parliement koymazdı. Masaya oturdu ve Yıldıray'a "Yuooov ne küzel gonuşuyo bu çocuh yuoov Yıldıray yuoov. Ne adı bunun yuoov gelsin otursun da iki sohbet edek youuv." dedi. Yıldıray, İhsan'ı masaya davet etti. Bıyıklı adam, elini uzattı ve İhsan da elini sıktı. "İhsan" dedi bıyıklı adam da "Sırrı ben de yuoov memnun oldum. Otur hele masaya yuoov sen ne küzel gonuşuyon yuoov helal olsun sana." dedi. O sıralar "Beynelmilel" adında bir film çekmişti Sırrı, O'nun reklamını yapıyordu Cihangir'deki bir kadeh şarabın 50 lira olduğu bistrolarda. Ama halk adamıydı, zira film de böyle bir şeyleri anlatıyordu zaten. 80 Darbesi sonrası Adıyaman'da geçiyordu film. Sol cenaha kapak atmak için zorlama bir senaryoyla çekilmişti, işin içine orkestra ve sanatçılar da karıştırılarak harmanlanmıştı. Zaten filmin adı olan "Beynelmilel" Cihangir solcularının "Uluslararası" demek için sıklıkla kullandığı bir kelimeydi. Bunun Cihangir'den olmayan solcuları da "Enternasyonal" olarak kullanırlardı. Sırrı Abe hemen elindeki cevherin kaçırmamak için "Bah hele sen çoh iyi gonuşuyosun gardaşım. Ağzın çoh iyi laf yapıyo. Bilgi birikimin de falan sağlam. Gel arada tahıl buralara, ara beni arada gonuşak falan belki sanaryo neyin yazarık." diye ilginç bir teklifte bulunmuştu İhsan'a. İhsan'ın da gözlerinin içi parlayarak "Tabi. Şeref duyarım Sırrı Abe." dedi. Ardından "Zaten siz benim için Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir Lenin, Josef Stalin, Fidel Castro ve  Kahtalı Mıçe'den(O da Adıyamanlıdır) sonra örnek aldığım, bir idol olarak gördüğüm devrimcilerden birisiniz. Böyle bir teklif almak benim için gururdur Sırrı Abem :)))" dedi. Sırrı da gülerek, Turgay'a dönerek, eliyle İhsan'ı göstererek "Yaooov Bah Hele Turgay çocuğ ne güzel gonuşuyo youuuv. Tam Türk siyasetinde herkesi birleştirecek yapı var bunda. Harika çocuh yoouuuv. Bak da bir şeyler kap bundan ehehehhehehe" diyordu. İhsan da gülerek "Ben şimdi müsadenizi isteyeyim, arkadaşlara ayıp oldu. Sonra görüşmek üzere." dedi ve Sırrı'dan kartvizitini alarak masadan ayrıldı. Kızlar artık iyice kesilmişlerdi İhsan'a zira ünlü düşünür, büyük devrimci, efsanevi dava adamı Sırrı, hayran olmuştu kendisine. Kızlara da hemen; İskandinav Sineması, Gothic Mimari, 18 ve 19. yüzyıl Londrası, Rus Edebiyatı gibi konulardan bir kolaj yaparak iyice aklını almıştı İhsan. Kızların ikisini de kendine kesik eden İho, Cengiz'i de çileden çıkarmıştı. Kızlarla birlikte mekândan çıkan İhsan, soluğu kızların evinde almıştı. Detayları geçiyoruz.



Temsili olarak Sırrı'nın, Turgay'a İhsan için söyledikleri.


Babası Fadıl Bey, ekseriyetle İhsan'dan ötürü memnunsuzdu. Yaptıklarını duyuyor, derslerinin bozukluğunu görüyor, iyice delleniyordu zavallı adam. Kendini iyiden iyiye alcohol batağına vermişti. Her gün içiyordu, her gün soluğu birahanede alıyor. Issız, kuytu köşelerde "Ya rab! Bana Cihangir Solcusu bir evlat verecek kadar ne günah işledim? Ben neyle sınıyorsun? Al canımı da kurtulayım!" diye bağırıyordu. Günün 4'te 3'ünü içerek geçiriyor, geri kalan zamanlarda da İhsan'ı arayıp fırçalıyordu. İhsan da o sıralar Cihangir'deki çevresinin yardımıyla Sol tandanslı bir dergide yazmaya başlamış, Cihangir'den tanıştığı arkadaşlarıyla bir rock müzik grubu kurmuş hatta yetmemiş, Twitter'da 3-5 takipçi yapınca Diz Üstü Yayınları'ndan "Succa" mahlasıyla bir de kitap yazmıştı. Kitapta; yıllar boyu dibini dövdüren, doğuştan elleri olmayan lezbiyen, eşcinsel, solcu, Falanjist, Yahudi bir piyanistin bir gün Filistinli direniş cephesi komutanı kör bir kadına aşık olmasını anlatıyordu. Kitap ülke çapında 4 milyon satmıştı. Hatta Sırrı Abe bunun filmini çekmek istemiş ancak milletvekili seçilince unutmuş gitmişti. İhsan bu tür başarılarıyla bütün ülkenin konuştuğu bir adam haline gelirken, babası da her gün delleniyor, dellendikçe dertleniyor dertlendikçe içiyordu. Artık birahaneye de gidemez olmuştu. Zira ne zaman gitse, birahanedeki kadeh arkadaşları her fırsatta kendisiyle dalga geçiyor, oğluyla ilgili demediklerini bırakmıyorlardı...



Zeki Demirkubuz'un 1997 yapımı Masumiyet filminin en can alıcı sahnelerinden biri. 


İhsan artık kapağı hükümete de atmıştı. Yandaş basının popüler kanalları NTV ve CNN Türk'te haftada bir gün program yapmaya başlamıştı. Paraysa para, ünse ün, karıya karı. Cihangir Solcusu hayati misyonunu tamamlamıştı artık, AKP'yi devirmek için AKP'ye oy verecek zekâya sahip, hiçbir vasfı, meziyeti olmayan, kültürü, bilgi birikimi sıfır olmasına rağmen her zaman ve her türlü büyük paralara iş bulan ve dünya sikine minare götüne yaşayan ancak işçi sınıfı, fakir halk çok umurundaymış gibi davranan, duyar masturbasyonundan fırınlarca ekmek yiyen ve bunları yaparken hiç utanmayan, hiç vicdanı sızlamayan binlerce Cihangir Solcusundan biridir. Olmasa da olurdu ama varlar, bu ülkenin en büyük vebalarındandırlar...