16 Ekim 2012 Salı

Blogger Mathilda'nın Yükselişi (Suskunluğu Asaletinden Gelen Bir Blogger'ın Müthiş Çıkışı)

İlkokulda sıradan bir öğrenciydi, okumayı yazmayı birinci sınıfın ikinci döneminde totalde 6 ayda sökmüştü. Zaten biraz gerizekalıydı, 3.5 yaşına kadar da konuşmayı öğrenememişti. Ortaokul ve Lise yıllarında sınıfın en ön sıralarında oturan ; çirkin, bedbaht, gudubet, her dönem taktir alan, 85 alsa dahi ağlayan, karnesinde 4 bile bulunmayan, hocaların iğrenç esprilerine kahkaharla gülen, tenefüslerini ya test çözerek ya da hocalarla muhabbet ederek geçiren, saçlarını haftadan haftaya yıkayan, rezil bir saç kesimine, saçma sapan bir gömleğe ve her şeyden önemlisi sikimsonik bir gözlüğe sahip olan Tanrının bir anlık gazabıyla yaratılmış sperm israflarından sadece biriydi. Muhakak ki üniversite sınavına ilk girişinde muazzam bir puan yapacaktı, hiç olmadı iyi bir puan alır seneye biraz daha kasar ve 2 yıl içinde ejderha yarrağı kadar büyük bir puan isteyen okulların bölümlerine girebilecekti. Adı Muazzez'di, tipik bir müzmin 3 çocuklu, muhafazakar ve orta gelirli bir ailenin herhangi, sıradan bir çocuğuydu. Ailesinin büyük beklentileri olmasa da çok fazla gerizekalı olsa da Türkiye'deki mevcut sistem içinde bulunan BUG'lar yüzünden o da her gerizekalı gibi çokça para kazanacak, çokça ünlü olacaktı. Siyasetten, spora, bilimden, sanata her önemli dalın gerizekalılarla işgal edildiği güzel ülkemiz Türkiye'de elbette ki bu durum yadırganmayacaktı.



Temsili Muazzez. Kendisi Lise okumuş her öğrencinin nefret ettiği ve hiç sevmediği bir tiptir. En yakın arkadaşları sıra arkadaşları ve diğer en ön sıralarda oturan muadilleridir.



Muazzez ilk yıl üniversite sınavına annesi ve birkaç komşusuyla gider. Okumuş pirinçler, çikolatlar, sular sel olur yağar. Okulun önü Atatürk İlköğretim okulu değil de Oruç Baba Türbesi gibiydi. Büyük bir şevk ve aynı zamanda da bir o kadar heyecanla okulun merdivenlerini tırmandı Muazzez. Bildiği bütün duaları etti, sınava girdi lakin muvaffak olamadı. Zira heyecandan kaydırmalar yapmıştı. Hoş yapmasa da anca barajı geçecekti fakat bu onu ailesinin ona bir şans daha vermesine yarayacaktı. Ailesi ertesi sene durumu sıkarak O'nu dershaneye yolladı, psikopatlar gibi bütün bir yılı ders çalışarak geçirdi. Zaten 97 kilo olan Muzo 9 aylık bir periyod ile tam 130 kiloya çıkmıştı. Ancak bu sefer aldığı çekilerce kilo işe yarayacak, sınavda ilk 1000'e girmeyi başaracaktı. Günlerden bir gün Muazzez'in içine bir kurt düştü. "Peki ben üniversitede aynı şekilde mi yaşayacağım? Bu halim ne olacak? İnsana sadece teoride benziyorum, pratikte ben bildiğin Orc ırkından geliyorum." diye düşündü. Ani bir kararla Ölüm Diyetine girdi. 4 ay içinde muazzam bir efor sarfederek Muazzez 130 kilodan 60 kiloya düştü. Artık ideal kilosuna ulaşmıştı zira ortalama bir Türk 1.60 boylu kızın ortalama Türk kızına göre ideal kilosu 60'tır. Avrupa menşeli kızlara göre de bu oran 50'dir ancak Avrupa'da pek 1.60 olmadığı için yurdum kızları bunu es geçerek kendi formülünü yaratmıştır. Bu aylar sadece kilo vermekle geçmemişti Muazzez için. Yeni bir imaj yaratmaya çalışıyor, yıllardır giydiği semt pazarı yerine mağazalara gidiyor, kendi tarzını yaratıyor kafasında yeni planlar kuruyordu. 3 kardeşin en loserı olması hasebiyle evdeki tek Pentium 2/350 toplama kasa bilgisayarı en az kullanıyordu. Ancak isyan etmiş ve bilgisayarı devralmıştı. Türlü arkadaşlık sitelerine üye oldu, Picassa ile başladığı yola Adobe Photoshop'a geçerek çıtayı yükseltti, daha neler neler yaptı Muazzez. Sınav sonrası tercihlerinde oturduğu İzmir yerine İstanbul yazmış, ailesine de gerekçe olarak "Türkiye'nin en iyi okulları orda :(" demişti. Babası da "ceketimi satar yavrumu okuturum" tribine girince işler onun için kolaylaşmıştı. Artık Eylül ayı gelmiş, Muzo Koç Üniversitesi İngilizce İşletme bölümüne %100 burslu olarak kapaklanmıştı. Maddi durumları el vermediğinden Muazzez ilk seneyi de yurtta geçirecekti...



Muazzez kilo verince dünyalar güzeli olacağını sanırken bu hale gelmişti. Çirkin her şekilde çirkindi, kaçarı yoktu.



Okulun ilk ayları zor geçmişti haliyle. Yeni bir şehir, yeni arkadaşlar, yeni bir çevre, bambaşka bir ortam. Yurttaki kızlarla da pek anlaşamıyordu, hatta bir hırsızlık olayı bile yaşanmıştı. Bu yüzden odalarda bir değişme olmuş, tekrar bir düzene geçilmişti. Muazzez'in yeni oda arkadaşı Banu isminde bir kız olur. Banu ilk birkaç gün Muzo'ya kanka gibi yaklaşır, Muzo da haliyle onu çok sever. Bir gece Banu süslenir, püslenir ve bu kankacılığın getirisi olarak bu gece kendi yerine imza atmasını ister. Çünkü bu gece Banu dışarı çıkacaktır, Muazzez de ister istemez "Evet" demek zorunda kalır. Gel zaman git zaman Banu bunu sürekli yapmaya başlar. Bir gün Muazzez kıllanarak "Banu sen hep nereye gidiyorsun? Aynı yere mi?" diye sorar Banu birden patlatır kahkahayı "Yok bebeğim ya ne aynı yeri? Parti nerde oluyorsa oraya gidiyorum =)) KIPSS ;))" diye yanıt verir. Takar güneş gözlüğünü, Audrey Hepburn formatına bürünerek ortamdan uzaklaşır. O an Muazzez'in kafasında çılgın planlar oluşur. O da Banu gibi tam bir Party Girl olacaktır. O tiple zor mu? Asla, This is Turkey Dude. Güzel bir epilasyon, mini bir elbise, bacak ve göğüs dekoltesi, sağlam bir makyaj, hoş bir fön ile "Gideri Var" cümlesindeki gizli özne olabilirdi. İlk başta cesaret edemediyse de odada kendi başına denedi, ortalama bir şekil yaptı ve kendi fotoğraflarını çekip fotoşoplamaya başladı. Üye olduğu arkadaşlık sitelerine bu fotoğrafları yükledi. Sonuç muazzamdı, fotoğraflarına kısa bir sürede onlarca beğeni ve "Poşet gibi yırpalanmışsın ama hala giderin var" şeklinde "çk gzl çkmşsn cnm =)" türevinde yüzlerce yorum aldı. Bu aktiviteyi sürdürmeye devam etti. Tabi bu olaya Banu da çakızlamıştı. "Kızım ne iş baya seksi olmuşsun =))" diye girer olaya, ardından muhabbet alır başını gider. Muazzez artık Banu ile kankalıklarını yurt odası dışında türlü türlü partilerde de sürdürmek istediğini vurgular. Banu da "Hay hay bebeğim =)" diyerek bunu kabul eder. O gece hazırlanırlar, ikisi de partiye gidecek ve odadaki üçüncü, ne etliye ne de sütlüye karışan iyi aile kızı Eda onların yerine imzayı atacaktır. "Bak bir daha yapmam he beni zan altında bırakmayın !" diye de atarını yapmayı ihmal etmez. Evden ayrılan ikili doğruca partinin yapılacağı bara doğru yola çıkarlar. 



Partiler birçok genç erkeğin gitmek için kendinden geçtiği müstesna organizasyonlardır. Bu yüzdenTürkiye'de partiler genelde Sosis Partisi olurlar.



Partiye giderler, ilk defa içki içen Muazzez 2 bira da götüne havai fişek kaçmış Yeni Zellanda yerlisi gibi Haka dansı yapmaya başlar. Haliyle gecenin büyük bölümünü tuvalette kusarak geçirir ancak yalnızdır zira kankası Banu kendini eğlenceye kaptırmıştır. Birkaç saat içinde kendini toparlayan Muazzez Limonlu Soda takviyesiyle kendini biraz daha toparlar o esnada tek başına barda oturup soda içerken Banu 2 tane sap ile çıkagelir. Muazzez ile bu iki genç tanışırlar, konuşurlar, telefon alıp verirler. Hatta yetmez aynı masaya oturlar, yerler, içerler ve hesabı da o iki sap öder. Muazzez bu taktiği çok benimser, ye iç sıç ve hesabı vermeyeceğin tipler ödesin. Çirkin olmasına çirkin ama bir çift memesi, bir çift bacağı ve en önemlisi kukusu vardır. O gece bir am ile neler yapıldığının farkına varır, artık kendi yolunu kendisi çizmeye başlayacaktır. Rol modeli ise herkesin kesin olarak bir kere gördüğü Yollu Banu'dur. Artık eline cebine atmamaya başlamıştı Muazzez, dışarı çıkacağı zaman illaki birilerini arıyordu. Hatta çoğunlukla o aramıyor, O'nu arıyorlardı. Kahvaltıya, öğle yemeğine, akşam yemeğine hep başka başka tiplerle gidiyor. Onlarla yemek yiyor, gülüyor eğleniyor, sinemaya gidiyor, tiyatroya gidiyor, bowling oynuyor, otobüse metroya binmiyor, hususi araçlarla alınıyor ve bırakılıyordu. Hayat artık müthişti. Part Time çalıştığı işinden aldığı paraya elini sürmüyor, ailesinin yolladıklarına dokunmuyordu bile. O yıl bitiminde ciddi bir birikim yapmıştı, artık eve çıkabilirdi. Rahat rahat takılacak, yurdun o sikko atmosferini çekmeyecekti. İstediği zaman evine girip çıkabilecekti...



Kızlar için yurttan eve çıkmak üniversite hayatları boyunca en büyük  sorundur. Çıktıkları an rahat edeceklerini düşünürler, ailelerini ikna etmek için atmadıkları takla kalmaz.



Alttan 1-2 ders bırakan Muazzez yazın ailesiyle 1-2 ay geçirip tekrar İstanbul'a döner, kendine okula yakın 2+1 ev tutar. Banu ile yollar ayrılmıştır artık zira Banu strateji gereği eve çıkmaya pek sıcak kalmaz. Zira kazık attıkları gelip evi basabilir, adı orospuya çıkabilirdi. Muazzez yalnız yaşamanın arttırdığı yaşam kalitesiyle daha bir relax, daha bir free bir insan haline gelmişti. İstediğiyle beraber evine gidiyor, istediğiyle beraber kendi evine geliyor. İçiyor, sıçıyor, sevişiyor, bedava yaşıyor ama en önemlisi hiç tip falan ayırt etmeden önüne gelene veriyor. Zaten o çirkinlikte bir karıyı da Johnny Depp sikecek değildi ancak Muazzez'deki tek kriter "Parasının olması" o da olmadı bir şekilde Ünlü Olması'ydı. Yıllar gelmiş geçmiş, birçok yaşanmışlığı ardında bırakan hatta bir yıl da okul uzatan muazzez diplomayı almış ve işsiz kalmıştı. Kendini stres ve sıkıntıdan başka şeylere verdi. Depresyona girmişti, pek fazla kişiyle görüşmüyordu. Amacı zaten hiçbir zaman aşk olmamış bu çirkinlik abidesine zaten aşık olanın aklını sikeyim o ayrı mevzu ancak gençliğinin en önemli dönemlerini asalak gibi verdiği erkeklerin sırtından geçinen bu kadına işsiz kalmanın koyması başlı başına bir saçmalıktı. Günler haftalar geçti, sıkıntıdan bir blog açtı. 1-2 tane film eleştirisi falan yazmıştı ancak Facebook arkadaşları dışında o bloğa tıklayan yoktu. Kafası iyiyken aklına bir taktik geldi ve o çılgın planı düşündü. Tüm sikiş maceralarını detaylı bir şekilde yazacaktı. Bu fikir iyiydi çünkü Türk Erkeği mahallede "Olum Nazlı var ya bir siktim onu. Çıkarmadan 15 posta attım, amına koydum" diyerek ergenliğinde ve gençliğinde etrafına büyük kolpalarla anlattığı için bir erkeğin kimi ve nasıl siktiği hiç kimse tarafından ilgi çekici bulunmazdı. Ancak bunu bir kadın yazsaydı...




Çağımızın vebalarından birisi, cinsel hayatını anlatarak Blog açıp burdan para kazanan iğrenç gudubet karılardır. Bunları sırasıyla Moda Bloğu açıp ciddi ciddi yazanlar ve Avon Temsilcileri izler. Greenpeaceci kızları da unutmamak gerek.


Ancak bunu kendi adıyla yazamazdı Muazzez. Neticede tipik bir muhafazakar aile kızı ismiydi. Ayrıca ifşa olup ailesi tarafından dışlanması da vardı. Hemen kendine bir mahlas, bir nickname bulmak zorundaydı. Hemen düşündü ve buldu, eskiden izlediği sikko pembe dizilerin genelde başrol oyuncularının adı Mathilda olurdu. Mathilada'yı seçti ve başladı tek gecelik verdiği erkeklerle yaşadıklarını anlatmaya. Başladı, yardırdı, bitirdi. Bir haftalığına memlekete gitti geldi. Döndüğünde sonuç muazzamdı. Bloğu feci şekilde hit almıştı. Yavaş yavaş ünlü oluyordu. Hemen hemen her gün yeni bir hikaye yazıyor ve takipçilerini çok bekletmiyordu. Birkaç ay içinde Google reklamları falan filan derken kendisine daha önce yapılmamış bir fikri hayata geçiren bir yer kitap yazma teklifi etti. Balıklama atladı. Zira yarrak kürek, bol sikişli Türk gençlik dizilerinin 10-15 sezon devam ettiği bir ülkede böyle bir kitap abazan genç kızlar tarafından peynir ekmek gibi tüketilecekti hatta kitabın iyi bir reklamı yapılırsa Muazzez 14-22 yaş ergen-kezban kızlar topluluğunun Rol Modeli, Peygamberi hatta Tanrısı bile olabilirdi ve nitekim de öyle olacaktı. Yazdığı kitap birkaç ay içinde iyi bir satış rakamına ulaşacaktı. Sanal Platformlarda da gereken reklamını yapılmıştı geriye kalan bir tek Offical Twitter ve Facebook hesabı almaktı. Kendi fotoğrafını kullanırsa olmazdı çünkü ifşa olmaya hazır değildi yarrak kürek bir tasarımla çıkarılmış kitap kapağını profil fotoğrafı olarak kullanmayı tercih etti. Zaten o, kısmen onu tasvir ediyordu. TÜRK KEZBANINI...





Tam tahmin edileceği gibi 1 yıllık bir süreç içinde Mathilda yani bizim Muzo Türk Kezbanı için bir Tanrı olmuş, yerlere göklere sığdırılamamıştı. Adı Feriha Konulan diziler, 19 yıl Yalan Rüzgarı gibi devam eden Kavak Yelleri falan filan derken entrikaya ve dönen sikişe bayılan Kezbanlar Blogger Mathilda'yı el üstünde tutmaya başladılar. Bok gibi para yağmaktaydı Matilda'ya. Paranın amına terlikle vuruyor, öyle çirkin adamlarla takılmıyordu. Bir dizi estetik operasyon da geçiren Muazzez artık yüzüne bakılabilecek bir konuma gelmişti. Seviye atlamış, taşınmış, iyi bir muhitte lüks bir dairesi olmuş, orta sınıftan yukarı lüks bir binek otomobil almış, sponsorluk anlaşmaları dahi imzalamış yetmemiş gardolabını komple yenilemiş, en pahalı markalardan tekrar dizmişti. Bir giydiğini bir daha giymez olmuştu. Twitter ve Facebook'tan aldığı vergisiz viral reklamlar da iyice köşe olmuştu, ilk kitabın getirisi öyle yüksekti ki ve ayrıca öyle de ünlenmişti ki ikinciyi bile yazmıştı Muazzez. Artık bambaşka biriydi, O'nun bu hale gelmesine sebebiyet veren Banu'yu bile tanımaz olmuştu. Hem artık önüne gelene veren basit bir motor değildi o seviye yükselmişti, oyuncuya verirdi, şarkıcıya verirdi o da nadir araklıkla olurdu. Neticede galalar, davetler falan gırla gidiyordu. Sanat camiası içine çok rahatça girebilmişti. Neticede "Amı var" kontenjanından bu ülkede insanlar nerelere gelmiyordu ki? Mathilda'nın da gelmesi çok abesle iştigal bir durum değildi. İlerleyen yıllarda daha çok kazanacak hatta belki oyuncu olacak, gayet gül gibi yaşayıp gidecek ve O'nu bu denli meşhur eden, bu kadar zengin eden gerizekalı kadınlar da 22-23 yaşında evlenip 24'ünde bebeklerini kucaklayıp, ev kadını olup, entrikalı diziler izlemeye hatta Mathilda'nın yeni çıkardığı kitaplarını okumaya devam ederek hayatta hiçbir öneme sahip olmayan bir parça olmaya devam edecekler...

Mathilda'nın hikayesi burada bitti ama benim de söyleyeceklerim var !

Kadın yazmalıydı evet ama bu kadar ucuz olmamalıydı her şey. Nasıl götten verdiğini anlatmamalıydı bir kadın ya da nasıl deep throat yaptığını bayıla bayıla yazmamalıydı. Ya da Elif Shafuck gibi tutup sağdan soldan arakladığı aforizmalarla saçma sapan kitaplar da yazmamalıydı, Mevlana'nın üstüne kene gibi yapışıp yıllarca ondan ekmek yememeliydi. İkisi de aynıdır genel itibariyle. Basitlik ve ucuzluk. Yazar dediğin kişi yaratıcı olmalıdır, kaç tane yazar görülmüştür ki yaratıcılık kabızı olsun? Birkaç tane var o da Türk. Bu yüzden Türk Edebiyatı gelişemez. 100 yılda sadece 1 tane Edebiyat ödülü alır, geçmişte yazılanların ekmeğini yer. Ortalıktaki rol modeller ne ki tekrardan bir Peyami Safa, Namık Kemal, Orhan Veli çıksın? Çıksa çıksa Mathilda Muazzez çıkıyor, ilk yediği yarrağın hikayesini yazarak 500.000 TL para kazanıyor. Bu düpedüz Edebiyata hakaretken insanlar bu tür tiplemeleri göklere çıkartıyor. Düşünsene Dostoyevski'nin sadece ilk 10 sikişini anlattığı bir kitap yazmış olduğunu. Hatta bu kitabı yazarken bildiğin kahve ağzını kullandığını. İşin tuhaf yanı Dostoyevski bunu yazsa anlarım, neticede erkek kahve ağzına hakim olması doğal. Bir kadının bunu yapması nasıl açıklanabilir peki? Tabiatı gereği zayıf ve narin olan kadınlar, kadınlarımız. Ancak gel gör, Sönmez Reis'i ya da Sezai Abi ile yarışacak düzeyde küfür haznesine sahip. Normalde herhangi bir ülkede doğsa hiçbir sike derman olamayacak tipleri alıp ünlü edip, yetmeyip hayvan gibi para kazandırıp, o da yetmeyip onlara hiç olmaması gereken dağlar kadar büyük bir egoyu bahşeden gerizekalı gençlerin amına koyayım. Son olarak bu genel at suratlı yüzbinlerce kezbana söyleyecek başka sözüm yok. Ancak son bir şarkı paylaşırım.


22 Haziran 2012 Cuma

Kombi Siken Adamlar (Acı Bir Aşk Hikâyesi)

Yıllar önceydi, uzun yıllar önceydi. Üniversite denen illeti okumak için medeniyetin beşiği Avcılar'ı göz yaşlarımla uğurlamış ve ardımda bırakmıştım. İlk defa başka bir İstanbul ilçesinde yaşamak zorunda kalmıştım. Tam bir entel ve aristokrat İstanbul ilçesi olan Sarıyer'e taşınmam icab etmişti. Elbette ki İstanbul kira fiyatlarıyla tek başıma ve öğrenci olarak savaşmam mümkün değildi. Mecburen okuldan birileriyle ev tutmak zorunda kalacaktım. Birbirinden entel ve şirazesi kayık dostlar edinmiştim, böyle yarraktan bir okulda okuyup ne olacağımı düşünürken "Üniversiteye kapağı at kralsın be olummm." diye beni gazlayan herkesi götünden sikmek istemiştim. Sonra geçmişti tabi, 3+1 evimizde 4 kişi yaşamaya başlamıştık. Acı ve ızdırap dolu günler bizi bekliyordu.

Birçok gerizekalının girebilmek için götünü yırttığı Sarıyer'de bulunan Boğaziçi Üniversitesinden bir kare

Günler günleri kovalıyor, alakasız bir sohbetle daha da bir yakınlaşıyorduk. Ancak 4 sap olarak hiçbirimiz birbirimizi kandıramıyorduk zira "Olum benim manita var da..." geyiği hiç açılmıyordu. Herkes yalnızdı ve herkes çaresizdi. Bir gün amansız bir alcohol partisi düzenlemiştik. Viski, bira ve bulgur pilavı su olup akmıştı. Hepimiz zil zurna sarhoş olmuştuk. İçimizdeki hayvani dürtüler neticesinde bazı arkadaşlar odalarına gitmek yerine salonda kalmayı tercih ettiler. Nedenini maalesef daha sonra anlayacaktım. Bu durumdan kıllandığım için salondan çıkıoymruş gibi yaparak koridorda fısıltılarını dinlemeye başladım. Ben birbirlerini sikeceklerini düşünürken, o acı sözleri duyunca yıkıldım.

-Kerem, lütfen ilk penisini sen sok Kombi'nin altına. Bak şurda delik var.
-Sufi sen niye sokmuyorsun? Neden ilk ben?
-Peki ben sokayım, çekil. Ama sonra "kalk sıra bende..." demeyeceksin.
-İyi aman be al !

Zaten biz içerken Sufi ve Kerem'in kendi aralarında kulaktan kulağa fısıldaşıp, şen kahkahaları peşin sıra gömmeleri beni iyiden iyiye "Acaba bunlar gay mı lan?" diye düşündürmüştü. Sonuçların bu kadar acı olacağını kestirememiştim. Fakat hatırladığım bir olay daha vardı ki, bunların ikisi İhlas marka Kombimize o kadar şehvetli ve aşk dolu gözlerle bakıyorlardı ki, sanırsın İhlas Kombi, İhlas Kombi değil Miranda Kerr sanki Kate Upton gibiydi.


Pislik ev arkadaşlarım Kerem ve Sufi ilk Kombi deneyimlerinden sonra.

Gözlerimin önünde hunharca Kombimizi sikmişlerdi. İnanılmaz görüntüler vardı. Ağzım açık bir şekilde, elimde Buzsuz Scotch'um, ağzımda pipom, trençkot ceketim ve kafamda fötr şapkamla, boynumda fularımla aristokratlığımı kaybetmiş ; sokakta kedilerin çiftleşmesini izleyen, BAĞ-KUR emeklisi, kısa kollu gömlek giyen, gömlek cebinde Kısa Samsun 216 paketi, iddaa kuponu ve at yarışı kuponu bulunduran, koltuk altında Fotomaç ve Sözcü gazetesi bulunduran, kahvede sürekli muhabbetlere "Şimdi..." diye girizgah yapıp ardından "Bunlar hep Amerika'nın oyunları..." diyerek sürekli siyaset konuşan, okey-batak-king-51 fark etmeksizin her türlü oyunda yancı olan, pislik yaşlı adamlara dönmüştüm. Ulan niye izliyordum Kombi siken ev arkadaşlarımı? Buna bir çözüm getiremiyordum. Kombiyi çatır çatır sikmelerine mi yoksa Kombiyi sikmelerine mi bir anlam vermeliydim o an onu düşünüyordum. Zira Kerem Kombiyi sikerken, sanki kalça tokatlıyormuşcasına göstergeleri tokatlamaya başlamıştı. Sufi ise sikiş esnasında kadın memesi emer gibi kombinin aşağısında bulunan plastik boruları emiyordu. İğrençlik diz boyu olmuştu. En sonunda ikisi de sikişi bitirip, oturup sigara yaktılar ve beni gördüler. "Napıyorsunuz olum siz manyak mısınız amına koyim?" dedim, gülerek Sufi "Hayatımda ben böyle bir sikiş deneyimi yaşamadım." diye Danyal Topatan gibi anıra anıra cevap vermişti. O an şaşkınlıktan ne bok yiyeceğimi bilemedim. Kış mevsimiydi ve hava soğuktu, klimanın göstergelerine bakarken salyaların, atmıkların içinde çalıştığını tahlil etmeye çalışıyordum ki boru deliğine vazelin sürüldüğünü görmemle iyice kahrolmuştum. Mutfağa gidip, sıcak su testi yaptım, kalorifer petekleri sıcaktı. Neyse ki Kombimizin sikilmiş olması onun performansından hiçbir şey kaybetmemişti...


Değerli Kombimiz İğfal edilmeden önce...

İlerleyen günlerde artık Sufi ve Kerem olayı abartıp Kombi'yi sevgilisi gibi yapmıştılar. Hatta duvardan söküp, Asmalı Mescit'e götürmeyi düşünüyorlardı ki ben müdahale ederek vazgeçirdim. Sevgili gibi öpmeler, sarılmalar, okşamalar. Bir de diğer ev arkadaşımız Samet'i gaza getiriyorlar bir yandan da "Olum Kombi'de bir muamele var aklın almaz. Ben böyle sikiş görmedim." Sanırsın kombi kombi değil sanki 20 yıllık Aksaray Pavyonlarının değme orospusu. Bir ara hatta ben de meyil ettim Kombi'ye, bir an Stv'de Gereği Düşünüldü isimli efsane programını izliyordum. O esnada Kombi ile göz göze gelmiştik, evde de yalnızdım. "Ulan..." dedim, bir kalktım meyillendim. Lakin daha önceden içine boşalmış olacakları ihtimali aklıma gelince muvaffak olamadım. Gel zaman git zaman Samet'i de kendilerine benzetip, Kombimizi sikmeye o da katıldı. Hatta öyle bir efsane halini aldı ki Mühendislik Fakültesi'nde kombimizin ünü hızla yayıldı. Eve girip çıkanın haddi hesabı olmamaya başladı. Hatta salonda o kadar büyük bir kalabalık oluyordu ki, bütün gençler elleri siklerinde Kombimizi sikmeyi bekliyorlardı. Bu acı tablo karşısında daha fazla direnemeyecektim...


Evimizde Kombi sırası için bekleyen gençlerden bir kare

Artık bu uğursuz iş çığırdan çıkma raddesine gelmişti. Ev içinde ; Kumar, Oroyin ve Fuhuşun bini bin paraydı. Yazıklar olsun ki bu duruma biz nasıl gelmiştik? Hepsi de geleceği parlak gençlerdi güya. Kombi hem evin simgesi ve maskotu olmuştu hem de Boğaziçi'nde ne kadar abazan varsa onun. Herkesin hayalinde bizim evdeki Kombi'yi sikmenin hayali vardı. Evde Kombi'yi tutan sikmeye yelteniyor, akıl almaz şekilde sıra kavgaları çıkıyor, birbirleriyle Kombi ile yaşadıkları ilişki hakkında sohbetler ediyorlardı. Hatta Sufi ve Kerem'in ne zaman Kombi'ye baksalar ereksiyon olduklarını fark ediyordum. Resmen bir cehennem hayatı yaşıyordum, olanlara akıl sır erdiremiyordum. Hatta birisi bloğuna memleketine döndüğü için "X" adını verdiği Kombimize aşk dolu bir yazı yazmıştı, Kombi ile resmen uzak mesafe ilişkisi yaşadığını betimlemişti. Ulan bilmesem Kombi'yi siktiğini ben bile yiyeceğim o derece yazmış gavat. Ümit Yaşar Oğuzcan gibi döşemiş ağlamaklı ve duygusal bir yazıyı. Okuyan ağlıyor, Okuyan Like'a basıyor, İnternette paylaşıyorlar. Ama benden başka bilen hiç kimse yok o X'in Kombi olduğunu. Alta kızlar yorumlar yazıyorlar "Ya ne kadar şanslı bir kadın :( Keşke onun yerinde ben olsaydım :( Bana hiç böyle şeyler yazan olmadı =((" diye. İş artık çığırdan çıkmıştı. Bir gün kapı çaldı, Laleli'den 2-3 adam gelmiş. Lacivert ekose ceketleri, yakalarını salıp ceketin üzerine bıraktıkları garip renkli gömlekleri ve Kutsi gözlükleriyle "Selamın Aleyküm gardaş, sizin şu Kombi'ye bakmaya geldik. Aynısından alacağız." diye söylendi adam, hiçbir şey diyemedim. Girdiler evin içine "Tamamdır gardaş, çok sağol. Aha bu da mükafatın." diyerek elime 1000 dolar tutuşturdu ve gittiler. O günden sonra büyük patlamalar oldu, evin telefonu hiç susmuyor. Sürekli Kombimizi sikmek isteyen hatta yatılı kalmak istediğini anlatan adamlar arıyor, para da anlaşacağımızı belirtiyorlar. O günden sonra hayatımız bir daha eskisi gibi olmuyor. Para içinde yüzüyoruz, evin içi mahşer kalabalığı gibi gelen geçen Kombiyi sikiyor. Ara ara Kombi'nin göstergelerine bakıp, değerlerinin düştüğünü görüyorum. Kombi hüzünleniyor ama yapabileceğim bir şey yok, sesimi çıkarsam suikaste kurban gideceğim. Resmen fanları var, internette fan clublar kurmuşlar, adına web site açmışlar hatta internette "Sarıyer Kombi Escort" diye yazınca Escort sitelerine yönelip 2-3 tane fotoğrafını çekip Kombimizin fotoğrafını koymuşlar, altına da bizim numaraları vermişler. Gelen arıyor, geçen arıyor amına koyim. Beyaz Kadın Ticareti'nden sonra Beyaz Eşya Ticareti'ne girmiştim, Kombimizi siktiriyorduk. "Ulan acaba buzdolabını da sikerler mi?" diye bir an düşünmedim değil.


Kombimiz ile cima ettikten sonra gecelik kalan müşteriler için  hazırladığımız odadaki görüntüleri

Günler günleri kovalıyor, ev arkadaşları olarak toplanıyoruz. Apartman şikayetçi "9 Numarada Orospu var, kovun bunları diyorlar." çağırıyoruz eve bir şey göremiyorlar. Sufi ile Kerem bozmuş kafayı "Parayı bulduk, ben Kombi dükkanı açacağız." diyorlar. Samet iyice gaza gelmiş "Bok gibi para kazandım, gidip Las Vegas'ta otel açacağım." diyor. Ne hallere geldik, bir yol ayrımında hararetli bir tartışmadayken O sırada acı bir şekilde kapı çaldı. Gayrettepe Ahlak Masası'ndan Komiser Selahattin ve birkaç tane İhlas Kombi yetkilisi içeri daldılar. "Bu evde ürünümüz uygunsuz ve ahlak dışında kullanılıyor diye şikayet aldık." diyerek Kombimizi söküp çıkardılar, mal varlıklarımıza el koydular. Tüm paramıza da devlet el koymuştu. Tutuklanmıştık, Kombimiz yoktu, Evden de atılmıştık. Her şeyimizi kaybetmiştik. Tüm şanımız şöhretimiz, karizmamız yerle yeksan olmuştu. Mahkemeye çıkarıldığımızda Hakim Bey "Ahaha böyle dava mı olur lan siktirin gidin." diyerek "Adalet Mülküm Temelidir" sözünü ispatlarcasına bizi delil yetersizliğinden mütevellit tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktırmıştı. Devletin el koyduğu paramızı geri almıştık ancak İhlaslı yetkililer Jüri'ye itiraz ederek dava sürecini uzattılar. En sonunda, Yargıç Bey "Kendini savunma hakkı vardı. Kombi kendi iradesiyle beraber olmuş. Kombinin yüzeyi, kombinin kararı." diyerek kalemi kırdı, tokmağı vurdu masaya. Biz de, And The Justice For All filmindeki Al Pacino gibi gözümüzde devleşen Judge Bey'e doğru koşup elini öptük, sarıldık ve koklaştık. O günden sonra pis işleri bıraktık, ben sahil kasabası Avcılar'a geri dönüp Hipster müzikler çalan bir Bar açtım. Artık ne zaman bir Kombi görsem, suratımda aptal bir tebessüm oluşuyor. Hayata umutla bakıyorum.

When I see you smile
I can face the world, oh oh,
You know I can do anything
When I see you smile
I see a ray of light, oh oh,
Isee it shining right through the rain
When I see you smile
Oh yeah, baby when I see you smile at me...





28 Mayıs 2012 Pazartesi

Rise and Fall (Acıklı Bir Enternasyonel Endüljans Hikayesi)

Yok hayır, Craig David ft Sting'in şarkısı değil bizzat yitip giden parlak bir gencin yaşam hikayesidir bu. Tertemiz bir gençti Nazmi, Bayburt'un Aydınözü ilçesinin KÜSKÜ köyünde dünyaya gözlerini açmış, 4 çocuklu bir ailenin son ferdi olarak dünyaya gelmişti. İlk ve orta öğrenimini Bayburt'ta, liseyi Gümüşhane Merkez Efendi Lisesi'nde okumuştu. Parlaktı, önü açıktı. Ne olduysa lise hayatından sonra olacaktı. Elbette ki Nazmi bunların farkında değildi. Normal bir çocukluğu olmuştu. Misket oynamış, Sporcu kartları biriktirmiş, Sapanla kuş avlamış, boncuklu tabancayla arkadaşlarının dübürüne ateş ederek eğlenmiş, pokemon tasolarıyla eşe dosta fel fecir okutmuştu. Aşk hayatı da yoktu, Lisede beğendiği bazı kızlar olsa da kamışa yeni su yürümüş Nazmi, kimseye karşı ilgi ve alaka hissedemiyordu. Kardeşler Çay Ocağı'nda kutlanan mezuniyet balosuna yalnız gitmiş,  2-3 Eker Yayık Ayran içtikten sonra eve dönmüştü. Kader ağlarını örmeye başlıyordu...


Gümüşhane Merkez Efendi Lisesi'nin Mezuniyet Aktiviteleri Ancak ve Ancak Eğlence Açısından Hollanda'nın Amsterdam kentinde düzenlenen Sensation White ile mukayese edilebilir.


Öss'ye girmiş, güzel de geçmişti. Annesi, dayısı, kardeşleri, babası neredeyse tüm sülale Nazmi'yi Öss sınavına götürmüştü. Nazmi bundan sıkılsa da belli etmemeye çalışmış, aile eşrafının sınavdan önce yedirdiği ; okunmuş pirinç, okunmuş fıstıklı çikolata, okunmuş keçi boynuzu, okunmuş gofret ve içirdiği okunmuş suyla göğe yükselme ile ereksiyon olma arafına sıkışmış, adeta dilemmalardan dilemma beğenmişti. Sınav esnasında önüne G-String olarak tabir ettiğimiz ipli iç çamaşırı giymiş bir bayan oturunca da Mat2 yerine, bayanın dübürüne odaklanan Nazmi, gözetmenlerden mimikli bir uyarı almıştı. Tikelen erkekliğinin kabarıklığı ona acı vermekteydi lakin hayatı o sikik Fatih 2-B kurşun kalem ile dandirik, mazot kokulu kağıtlar arasında gidip gelmekteydi. Dirayet gösterdi, ne yaptı etti ve sınavdan başarılı bir şekilde çıkarak ailesinin "Nasıldı oğlum?" sorusuna klasik bir biçimde "İyiydi yeaaa." diyerek cevap vermişti. Mezuniyet kutlamalarından hafif çakırkeyf olarak dönen Nazmi, evde babasının elinde bir zarfla beklediğini görünce biraz tedirgin olmuştu. Babası kaşlarını çatarak "Aferin lan Eşek sıpası !" şeklinde bir nida atmış, tüm aile adeta galibiyet yemini etmiş Nijerya A Milli Futbol Takımı gibi Salonun ortasında Nazmi'yi öpüyor, kokluyor, elliyordu. Nazmi tam puana yakın bir puan olan 480 puan ile hem Bayburt, hem Gümüşhane birincisi hem de Öss Türkiye 869.su olmuştu. İstediği her yere gidebilirdi. Hem de kalkmış sikine, kaybetmesine ramak kalan iradesine rağmen. Sadece 20 puanı çarçur olmuştu. Sevinçliydi Nazmi ama düz adamdı. O yüzden sevinemiyordu, kafasında ne bir okul, ne bir bölüm, yüreğinde ne bir hayal, ne bir umut vardı. Yarrak gibiydi Nazmi.


Temsili olarak Nazmi'nin Babası. Büyük ve yuvarlak bir burun, kırlaşmış saçlar ve 30 yıldır kesilmeyen bıyık, tercihen sürekli yaz, kış giyilen gömlek ile tam bir ara ara neşeli, ara ara öfkeli iyi ve en az 3 çocuk sahibi aile reisi.



Ailesini sevinçten çılgına çeviren Nazmi, yakın bir süre sonra soluğu Öss tercihlerini yapmak için kolları sıvadı. Her anadolu öğrencisinin hayali gibi ilk tercihlerine İstanbul'u yazdı ancak ailesinin maddi durumu karşısında babası ile karşı karşıya gelmişti. "Biz seni nasıl orada okutalım? 8 boğaza bakıyorum ben ! İstanbul'da çocuk nasıl okuturum !" diyerek feryad etmişti babası Nazmi'ye ancak Nazmi öyle bir hırslanmıştı ki "Çalışırım, okurum da. İkisini de yaparım. Sizden para istemiyorum..." diyerek odasının yolunu tuttu, her ergen gibi ailevi bir tartışma sonrası odasına giderken kapıyı vurmayı ihmal etmedi. Hatta ergenlerin ailesiyle tartıştıktan sonra sinirli bir biçimde odalarına gitme hızı > Bugatti + Lamborghini + Ferrari + Aston Martin + Metrobüs olarak değerlendirilebilir. Godspeed'e ulaşmış Nazmi artık bunu lehine döndermiş, pılını pırtısını bavula hunharca doldurmaktaydı. Anasının gizliden adeta bir Assassin gibi odadan girip, Nazmi'nin arkasına dolanıp gelmesini Nazmi fark etmemişti. Beyaz bir mendile sarılı 3-4 burma bilezik vardı anasının elinde, lakin Nazmi Anadolu çocuğuydu. Bayburt Delikanlısıydı. Bayburt Merkez, Seksi Herkes diyen bir adamın bunu kabul etmesi olanaksızdı. Hunharca bavulunu kavradı, anasının elini öptü ve sarıldı. Duygu dolu anlar yaşarken bunu artık belli etmemeye çalışmalıydı, gözlerinden süzülen 2 damla yaş yanaklarından süzülürken Nazmi'nin babası tarafından burkulmuş yüreği ve anasının Ona yapmış olduğu fedakarlığını ödeyemeyecek benliği, ardında bıraktığı kardeşi, mühürlü kaderi, hüzünlü/derbeder ruhaniyetiyle Bayburt Otogarı'ndan İstanbul otobüsüne binmiş, tüm her şeyi geride bırakarak yola koyulmuştu...


Bayburt Otogarı'ndan Bir Kare...

Yola çıkmıştı artık Nazmi, geriye dönüş yoktu. Artık bundan sonra hayatında bambaşka bir şekilde devam edecekti. Uzun süren bir Otobüs yolculuğunun ardından İstanbul Esenler Otogarı'nda indi. O kadar çok otobüs, o kadar çok insan vardı ki ilk başta neye uğradığını şaşırmıştı. Bu psikoloji Anadolu'dan İstanbul'a gelen her gençte oluşan ancak atlatması 1-2 ay süren garip bir psikolojiydi. Hemen, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi'ne gitmeliydi. Birkaç kişiye yol sordu, Otogar-Taksim arabasına bindi. Taksim'de indi, karşıya geçti. Taksim Metrosundan Kabataş fünikülerine binip, Kabataş'ta biraz yürüdü ve hayal ettiği okul karşısındaydı. Kayıt işlemlerini tamamlattı, bahçede biraz oturup etrafı inceledi. Bir sigara yaktı. O izlediği Amerikan gençlik filmlerine yakın bir atmosfer vardı okulda. Felsefe bölümünde okuyan, 1.60 boylarında, koca götlü, morpheus gözlüklü ve fularlı birkaç kızın felsefik tartışmalarına ortak olup dinledi. Korleyon köyünün sessizliği artık kulaklarında yoktu. Büyükşehir karmaşasına iyiden iyiye geldiği ilk günden alışmaya başlamıştı. Okulun yurduna gitti, kaydını yaptırdı ve oda arkadaşlarıyla tanışıp yatağına çömdü. Çıkardı bavulundan "Olasılıksız" isimli kitabı, entelliğe ilk adamını o gece o kitabı okuyarak başladı. Artık geriye dönüş yoktu, artık hayatı bambaşka bir olacaktı. Geçmişi gerideydi, o saf çocuk o gece kaybolup gitmişti.




Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Jeopolitik konumu ve ünü sayesinde birçok liselinin hayallerini süslemektedir.


Nazmi ortama çabuk adapte olmuştu ancak genel manada bir ortamı yoktu. Ortamdan kastı "Hacı gel pes atalım, gel batak oynayalım." diyen adamlarla doluydu. Nazmi'nin başka hayalleri vardı, karıyla kızla haşır neşir olmak istiyordu mamafih yeterli özgüveni kendinde bulamıyor, kitaba, internete veriyordu. Bu aslında işine de geliyordu, para harcamıyordu. Parası cebinde kalıyordu, anasının bileziklerini de bozdurmayıp geri götürüp, hayırlı evlatlığını tescilleyebilirdi belki. Ancak hayat hiçbir zaman kimseye bu kadar ılık götlü davranmamıştır, Nazmi'ye mi davranacaktı? Günlerden bir gün derste Nazmi'ye arkada oturan kızlardan biri, ayağını ayağına değdirerek "Pardon" dedi. Halbuki yanlışlıkla yapılmamıştı bu atraksiyon. Nazmi bir şey demeden önüne döndü. Bir süre sonra aynı hadise tekrarlandı, bu sefer Nazmi dönüp tip tip bakmaya başladı. Kız gülümseyerek "Sıralar çok yakın yaa =))" dedi. Nazmi sinirli, Nazmi Hulk gibi olsa da bir şey diyemedi. Önüne döndü tekrar. Kısa bir süre sonra hoca ara verdi, Nazmi bir hışımla bahçeye dalıp bir sigara yaktı. Umarsız kalabalığa bakıp tellendirmekteydi cuvarısını. O esnada ayağına değdiren kız gelip "Merhaba ben Banu, hiç bizimle takılmıyorsun. Sadece niyetim seninle tanışmaktı. Yanlış anlama." dedi. Nazmi hırçın, Nazmi ekmeği elinden alınmış anadolu çocuğu, hızlı ve öfkeli bir şekilde "Hayatım boyunca berberler bile o kadar değdirmedi dirseğime Banu. Ama affettim seni. Ben Nazmi, Nazmi Turgut." dedi. Gülüşmeler eşliğinde koyu bir sohbet başladı. Antik Yunan, Mezopotamya, Bayburt, İngiltere falan derken aranın çoktan bittiğini fark ettiler. Derse geç girmek de yakışı kalır bir durum değildi. Bengü Nazmi'ye dönüp "İstersen Taksim'e gidelim. Hem bir şeyler içeriz, hem de detaylıca konuşuruz." dedi. Nazmi'nin de 40 yıldır beklediği buymuşcasına "Hay hay mademoiselle." diyerek yola düştüler.



Berber dayaması, Anadolu'daki bütün berberlerin zevkle yaptığı bir aktivitedir.

Soluğu Asmalı Mescit isimli günah sokağında almışlardı. Mojitolar, Cuba Libreler havalarda uçuşuyor. Muhabbet muhabbeti açıyordu. Nazmi köyü Korleyon'u anlatıyor, Begün ise Caddebostan'ı anlatıyor, gülüşüyorlar, derin derin bakışıyorlardı. Finali birayla cila yapmada almışlardı, kafalar iyiydi, kafalar güzeldi, kafalar taşaktı. Birden Begüm usulca Nazmi'nin kulağına sokulup "Sanırım ders gibi oldu bu da yurdun kapanışını kaçırdın bu sefer de. İstersen gel bende kal?" demişti. Nazmi'nin erkekliği adeta İzlanda'nın meşhur yanardağı Eyjafjallajökull gibi sertleşmiş, patlamasına ramak kalmıştı. Pompa kaçınılmazdı. Nazmi sikiş istiyor, Tanrılar kurban istiyor. İdealar dünyasında ordan oraya savrulan Nazmi "Bana uyar." dedi heyecandan. Begüm gülümsedi. Hesabı ödeyip kalktılar, Bostancı-Taksim dolmuşuna bindiler. Usulca Caddebostan Migros'un önünde indiler, eve girdiler. Begüm'ün ev arkadaşı Pelin uyuyordu. Nazmi "Ben nerede yatacağım?" diye mertçe bir soru sordu. Zira sevişebilme ihtimalleriyle kafasını daha fazla meşgul etmek istemiyordu. Tam o sırada Begüm, Nazmi'nin dudaklarına yapıştı. Hunharca yiyişiyorlardı. 30 saniye süren bir öpücükten sonra Begüm, Nazmi'nin dudaklarından dudaklarını çekti. Nazmi'nin yıllardır cinsellik açısından sağ kolu olan, sadece 31 çekmeye yarayan sağ elini alıp vajina olarak tabir ettiğimiz amına doğru atarak "İşte burada yatacaksın." dedi. Nazmi 1000 atlı akınlarındaki çocuklar kadar şen, Nazmi 40 çerisiyle Çin kalesini Basan Kürşad kadar gaddar, Nazmi Kanjije savunması yapan Tiryaki Hasan Paşa kadar gururlu. Deliler gibi yiyişerek soluğu Begüm'ün odasında aldılar. Nazmi şık bir hareketle öpüşürken sağ ayak içiyle Begüm'ün odasının kapısını kapattı, kalktı hilal kaşları sordu "Nerde bu amına koyduğumun yatağı?" Hemen attı Begüm'ü yatağa. Begüm tişörtünü çıkardı, Nazmi kemerini açtı, Begüm dikkatli gözlerle Nazmi'yi süzdü, Nazmi siki kaldırdı, Begüm "Gel buraya" dedi. Nazmi "Sen gel?" dedi. Orta yolu buldular, birbirlerinin ilki oldular. Bekaretlerini bozdular. Tam bir günah gecesiydi yaşayananlar. Ancak bundan hiçbir zaman pişmanlık duymadılar. Yaşadılar, yaşattılar, vurdular, vuruştular. Gömdüler, gömüştüler. Ve en önemlisi siktiler, sikiştiler...


Kadın-Erkek ilişkilerinde Alcohol tüketen kadınlar, amaca bir adım daha yakındırlar.

Ancak garip bir durum söz konusuydu. Begüm 3 yıllık ciddi ilişkisinden o gecenin sabahı ayrılmış ve teselli olsun diye Nazmi'ye sarmıştı. Nazmi mağdur, Nazmi mağrur, Nazmi'nin kalbi paramparça. O gün mutlu bir şekilde uyanan Nazmi ağlayan Begüm'ü gördüğünde üzüldü ve klişe olarak "Ne oldu? Yoksa pişman mısın?" diye sordu. Begüm olanları her anlattıkça, Nazmi'nin içindeki yiğid anatolia delikanlısı Tatar Ramazan'a dönüşüyor. Kendi kendini dövmemek için kendi kendini zor tutuyordu. Artık Cemal Süreya'nın da dediği gibi "Nazmi adam olmazdı, bu derde düştü düşeli." aslında o çılgın ve günahkar gecenin ortalarına doğru kalbi küt küt ediyordu, Begüm'e aşık olmuştu ancak bunun aşk adı verilen duygu olduğunu bilmiyordu. Zira daha önce hiçbir kadına karşı sevgi, aşk gibi duygular beslememişti Nazmi. Begüm ağlayarak "Yaptığımız çok yanlıştı, çok utanıyorum. Ben sevgilime dönmeliyim. Doğrusu olan o. Lütfen Nazmi, affet beni..." dedi. Nazmi'nin kalbi kırık, hayalleri yıkık. Nazmi'nin hor görülüp, piç edilen duyguları karmakarışık. Gözlerinden süzülen 2 damla rüzgarla sonsuzluğa doğru yol alırken, hızlıca evden çıktı. Bununla ilk defa karşılaşıyordu ancak son olmayacaktı. Uzun süreli birlikte olduğu adamdan ayrılıp hemen akabinde başkalarıyla sikişen kadınlar çağımızın vebasıydı. Nazmi cahildi, Nazmi tecrübesizdi, bu hususlarda bilgisizdi. İntikamı çok acı olacaktı. Ancak bu aşk yarsını unutup, yaralarını sarması için de bayağı bir zaman lazımdı. Yurda döndü, adeta Olimpiyatlarda başarı elde eden A-Milli Güreş Takımımızın Yurda Altın Madalyalarla Dönüşü gibiydi. Nazmi's Strikes Back'ti bu zamansız dönüş. Kafası güzel, kalbi müptezel olmuş Nazmi yurtbuddylerine dönerek "Tonight we dine in hell !" dedi. Hiç kimse bir bok anlamamıştı, Nazmi replikleri karıştırmıştı. Antik Yunan konusu üzerine çok konuşunca kafası Leonidas'a gitmişti. "Bu gece felekten bir gece çalalım, çıkalım dışarı. Araklayalım 3 karı, sikişelim." dedi. Özgüveni %10000 civarlarında seyrediyordu. Arkadaşları yadırgar gözlerle ona bakıyor, Nazmi'nin kontrası sert oluyor Nazmi de taşak geçer gözlerle arkadaşlarına bakıyordu. "Bendensiniz, ben çekeceğim sizi. Hadi düşün yola." dedi. Bu gazı ancak Soyunma odasında futbolcularına konuşma yapan Fatih Terim verebilirdi. Hemen hazırlandılar, soluğu yine günahkar Asmalı Mescit'te aldılar.


300 Spartalı Ordu Komutanı Mareşal Leonidas'tan kişisel bir rica

3 sap, 3 yiğit. 3 spartalı. Karı düşürme umuduyla alemlerdeler. Düşüremezlerse sorun kimde bilemeyecekler. Ancak o gece şans onlardan yanaydı. Karşılarında 3 kişilik tiki bir kız grubu sürekli onlara bakmakta ve mojitolarından birer yudum almaktalardı. Ekip lideri Nazmi, hem özgüveni, hem yıkılmış hayalleri, hem de güzel kafasıyla bu kızların üçünü de ayartacak donanıma sahipti. Önündeki Fiskey'den bir yudum çekti, bir sonraki nefesini kızların yanında alıverdi. "Merhaba, bir şey soracağım. Nazmi'yi tanıyor musunuz?" diye sordu. Kızlar da hep bir ağızdan "Yooo tanımıyoruzzzz .s .s?" dediler. Nazmi gözlerini Clint Eastwood'un gençliği gibi kısarak "Artık tanıyorsunuz, Ben Nazmi." diyerek elini uzattı. Kızların yüzünde bir kevaşe sırıtışı, Nazmi'nin gözlerinde ise "Mission Complete !" bakışı vardı. Daha sonra masaları birleştirdiler, sohbet sohbeti açtı. Nazmi kızları bağladı. Hep beraber kızların evine gittiler. Hesabın tümünü Nazmi ödedi. Bir günah akşamı daha sona ermişti. Nazmi 19 yıllık hayatında görmediği amı, 2 gün üst üste görmüş. Görmediği gibi sikmiş, siktiği gibi coşmuş, coştukça durulmamış, tüm kinini kusmuştu bu kahpe hayata. Sabah herkesten önce uyanmış, balkonda bir sigara yakmış Gökyüzüne bakarak yaşamın hayatını sorgulamış bir vaziyetteyken dün gece üflediği hatun gelip boynuna sarıldı, kulak memesinin biraz altından bir öpücük kondurdu "Dün gece harikaydın =))" dedi. Nazmi artık 1 hafta önceki Nazmi değildi, bambaşka bir insandı Nazmi. Ani bir hareketle arkasını döndü, kızın ensesinden 2 eliyle tutup kendine çekti. Dudaklarına yapıştı. 10 saniye kadar öptükten sonra bıraktı "Sen de öyleydin bebeğim." dedi. O an kızın ıslanışı Niagara Şelalesi'ni aratmayacak kadardı, meme uclarının tikelişi bir erkeğin erekşın oluşundan farksızdı. "Ben şimdi gitmeyelim bebek, sonra görüşürüz." demişti. Halbuki ne bir telefon, ne de bir ulaşabileceği adres vardı. Ev adresini bile tam bilmiyordu, kafası iyiydi zira. Çok da sikindeydi açıkçası, açtı kapıyı gitti. Arkadaşları ve diğer kızlar uyuyordu. Nazmi çıldırmış gibiydi, farklı şeyler yapmak istiyordu. Yapacaktı da... Ancak eksik giden bir şeyler vardı. Nazmi yurda dönecekti, lakin cebinde yaklaşık 1 lira 50 kuruş kalmıştı. Bu şekilde dönemezdi. Hemen uykuda olan arkadaşlarını aradı, geldiler. Durumu izah etti, arkadaşlarının gözünde artık bir ilahtı. Bir Don Juan'dı zaten. Birlikte yurda döndüler. Bilezikleri bozdurup bozdurmama arasında gelgitlerdeydi, bir tanesini bozdurmak zorundaydı zira parası tükenmişti. Ancak biliyordu ki birini bozdursa diğerlerini de bozduracaktı. Durmayacaktı. Kimse onu durduramayacaktı. Öfkeliydi ve intikam istiyordu. Totalde 6 bilezik vardı. Yurtta çaktırmadan çantasını açtı, zuladan bileziklerden birisini çıkardı. Soluğu kuyumcuda aldı, bozdurdu. Bozdurduğu para yine su olup akabilirdi, korkmaktaydı. Dönerken Sultanahmet civarında bir barın garson aradığını gördü. Hem çalışıp, hem okuyup, hem harçlık çıkarır hem bilezikleri muhafaza ederdi. Hem de gayet karı düşürebilirdi. Bu çok mantıklı gelmişti. Hemen içeri daldı, İşletmecisiyle konuştular. Anlaştı. Aylık 1000 tl + Tip ile çalışacaktı. Makul bir anlaşmaydı. Sevinçle yurda döndü ancak iş saatleri ile yurdun kapılarını kapatış saatleri çok çakışıyordu ve maalesef yurttan ayrılmak zorundaydı. Yurt sahibiyle kavga etti, olaylı bir şekilde ayrıldı. Bavulunu topladı ve çıktı gitti, o gece bir pansiyonda kaldı. Ertesi gün ev aramaya koyuldu. Bilezik parası muhtemelen buraya gidecekti ama eşyası yoktu. Mecbur ikinci bilezik de bozulacaktı...


Garsonluk hem çalışma koşulları, hem de parası nedeniyle öğrenciler arasında revaçta bir meslektir.


2 bilezikten sonra Nazmi adeta Ahmet Buhan'ın o kabus olan Mavi Kalın Matematik kitabındaki sikko problemlere dönmüştü. Nazmi'nin 6 tane bileziği var. Bileziğinin 1/4'üyle ev tutmak istiyor... Gibiydi hayatı. Şansına sahibinden kiralık ve eşyalı bir ev buldu. Feci bir düşeşe gelmişti olay, diğer ikinci bileziğin bozdurulduğu paranın cüzi bir kısmı da depozito ayağına ev sahibine vermişti. Artık rahattı. Begüm yüzünden okula gitmiyor, sınavdan sınava uğruyor, bir barda garson olarak çalışıyor, iyi de para alıyor, kendi evine istediği saatte girip çıkıp, rahat bir yaşam sürüyordu. Bileziklerin geri kalanına dokunmayacaktı, kendi kendine söz vermişti. Garsonluk işi son sürat gidiyordu Nazmi'nin. İyi de bahşiş alıyordu, güler yüzlü ve hızlı servisiyle müşterilerin gönlünde adeta taht kurmuştu. Yabancı dillerini geliştiriyor, farklı kültürden insanlarla tanışıp bölümünün aslında öğretmek isteyip de öğretemediği kültürel etkileşimi garsonlukta öğreniyordu. Ara ara manita da düşürüyordu. Ancak Nazmi'nin kendini yetenekli hissedeceği farklı bir husus olacaktı. Genelde hep 3-4-5 kişi hatta 6-7-8 kişilik turist grupları geliyor, yiyor içiyor ve doğal olarak toplu fotoğraf çektirmek istiyorlardı. Bu durumda hep garsonlar devreye girer doğal olarak, rica ve minnetle garsonlar toplu fotoğraflarını çekerler. Nazmi gel zaman git zaman kendini geliştirmeye başlamıştı photography olayında. Müşterilerin fotoğraflarını çekerken ışık algoritmasını ayarlıyor, farklı perspektiflerden kareler alıyor adeta çığır açıyordu. Nazmi kendinde bu yeteneği görmüş ve bu işe bilenmeye başlamıştı. Daha istekli ve sevecen bir garsona dönüşmüş, daha iyi tip toplamaya başlamış ve alacağı profesyonel makina için hunharca para biriktirmeye çalışmaktaydı. Kısa bir müddet geçtikten sonra aldı makinayı Nazmi, çok heyecanlıydı. Tıpkı karnesinin hepsini pekiyi getirmiş çocuğa vaad edilen bisikleti görüş anındaki sevinç vardı gözlerinde. Hemen atladı Karaköy-Kadıköy vapuruna martıları ve çeşitli İstanbul fotoğrafları çekti. Üsküdar'da yaşlı adam ve sümüklü çocuk fotoğrafı çekti. Eski arkadaşlarıyla buluştu, onlar için Facebook'ta profil fotoğrafı yapmalık fotoğraflar çekti. Fotoşop öğrendi, kimi fotoğrafların arka planında sanki Menekşe Plajı yokmuş gibi ortadan kaldırıp Eyfel Kulesi koyabiliyor, eşin dostun gözdesi haline geliyordu. Kısa süre içinde garsonluğu bırakan Nazmi, fotoğraf camiasında Ara Güler'den sonra bir boşluk olduğunu çakızlayıp bu işi büyütme kararı aldı. Bir dergi ile görüşmelere başladı ancak dergi editörü "Ulan Nazmi diye photorapher mı olur? Ahaha bari ismini değiştir." diye Nazmi ile taşak geçmişti. Üstüne bir de "Bari Ahmet, Mehmet olsaydı daha iyi olurdu." demişti. Nazmi düşündü, editör kısmen haklıydı. "Ahmet Turgut? yok lan bu gazeteci gibi oldu. Neyse Mehmet Turgut sanırım iyi..." dedi editöre. Hemen mahkeme işlemleri falan filan derken adı Mehmet Turgut oldu artık Nazmi'nin, O KÜSKÜ köyünün has çocuğu Nazmi Turgut artık Mehmet'ti, Mehmet Turgut'tu...


Temsili Profesyonel Fotoğraf Makinesi


Günler günleri kovalarken Mehmet, fotoşoap olayında kanlı ögeleri keşfetti. Gothic, Vampir, Kan, Göt, Meme, Siyah Beyaz olaylarına giren Mehmet farklı bir tarz yakaladı. Kendini geliştirmek için Şaşkınbakkal civarında bir fotoğraf dükkanı açtı. Ara ara burda gelenlerin vesikalık fotoğraflarını çekiyor, normal bir şekilde düzenleyip müşterilerine veriyor. Ardından müşteriler gittikten sonra fotoğrafları fotoşopla vampirli mampirli, bir şeyler yapıyordu. Günlerden bir gün Biyometrik Pasaport Fotoğrafı çektirmek için biri alelacele soluğu dükkanda aldı. Mehmet Oralet içip, Fotomaç okuyordu. "Lionel Messi Başkanım Beni Al Dedi" haberinin hararetine dalmıştı, giren kişiyi o yüzden pek siklemedi. Giren kişi bir bayandı, oldukça alımlı ve hoştu. Telefonla konuşmaları Mehmet'in kulağına geliyordu. "Tamam aşkım birazdan fotoğrafı çektirip geleceğim. Sen Bebek Starbucks'ta bekle =))" cümleleri Mehmet'i açıkçası pek de sarmamıştı. Gazeteden kafasını kaldırdı, Zeytinli açmasından bir ısırık aldı ve gözlerini dükkandan içeri giren bayana dikti. Yıllar geçmişti, belki Mehmet'in kağıt parası döne dolaşa o kızın cebine girmişti. Belki 7:45 vapurunda onu görmüştü adeta. Kız ürkek ve tedirgin bir sesle sadece "Merhaba" diyebildi. Mehmet de "Buyrun hoş geldiniz." dedi. Kız "Bebeben fotoğraf çektirecektim? Pasaport için biyometrik çekiyorsunuz değil mi? .s .s" diye sordu. Mehmet "Bana uyar." dedi. Bir anda kızın bellekte bir flashback oldu. Dejavu yaşıyordu. O kısa saçlı, sinek kaydı traşlı Nazmi'nin ses tonu geldi aklına. Ancak karşısındaki adam ülkenin en ünlü fotoğrafçılarından Mehmet Turgut'tu. "Mehmet Bey siz..." dedi ürkek bir devekuşu edasıyla, imkanı olsa kafasını götüne bile sokardı utançtan. "Sus Begüm lütfen, fotoğrafını çekeyim de git. Ben Nazmi değilim artık. Bir dizi estetik operasyon, biraz saç+bıyık bu hale geldim." dedi. Fotoğrafını çekti ve uzattı, para da istemedi. Aşk tesadüfleri severdi ama Mehmet, aşkını kalbine gömmeyi yeğledi. Erkek bir adam gibi, hiç siklemeden, ardına dahi bakmadan yola koyuldu. Çıktı gitti 6 tane bilezikle KÜSKÜ köyüne yıllar sonra, akrabalarıyla öpüştü sarıldı koklaştı, anasının elini öptü, kardeşleriyle kolbastı oynadı. KÜSKÜ'nün Şavşat sınırına doğru muhteşem manzarasına bakıp, çıkardı bir cuvara. Tellendirdi, açtı bir de %100 malt Tuborg'u. Vurdu biraya, sövdü dünyaya...

10 Mayıs 2012 Perşembe

Groningen'de Bulutlu Bir Yaz Günü

Seni ilk gördüğüm andan beri metaforlar geçirmekteyim.
Çıldırmaklı ruhum ve ben hayret nöbetlerindeyim.
İnan çok zor oldu bu retrospektif sergüzeşt mazimi unutmak.
Hani bazen olur ya umduğunu bulamamak, geçmişi yaşanmamış saymak.
Öyleydi sarkastik sevdanı unutmak, obsesif buhranlarımdan kurtulmak...

Muhayyile yeteneğim imgelemler arasında tükenmiş,
Aciz ruhum devinimlerden devinim beğenmiş.
Bedbaht benliğim dilemmalar arasında kendini yitirmiş,
Olmaz olası egom spesifik paradigmalar içinde şişmiş,
Adeta tüm nöronları yitik bir at yarrağı haline gelmiştim...

Tinsel halim bozulmakta, arızi ilişkilerle kalbim mahfolmakta.
Bedenim sadece emprovize yaşamakta, septiksel yaklaşmakta.
Müphem geleceğim oksidental ve oryantal füzyonuyla benliğimi yakmakta.
Lümpen, despot düşüncelerim bunları egale etse de ne acıdır ki kanımsamakta.
Farkında olmadan dalyarrak pejoratif gibi yaşıyordum...

Bedenim ile ruhum arasında nüans farkı dahi kalmamıştı.
Sahte bir proletaryaydı bu ikimiz arasındaki çalkantı,
Entropik tavırlarının yarattığı nüans farklarının cılkı çıktı.
Hatırlıyor musun 2003'teki şampiyonluk golünü Sergen attı
Halbuki ilk hasbihalimizde nasılda rezonans olmuştu bu saplantı...

Terk edişinin ardından bünyemde oluşan kitschlerin ana sebebisin.
Solipsist anlayışının bende yarattığı acıların farkında değilsin.
Kendime inovasyonlar arayıp, devrim yapmak isterken hayatımda
Ahmet Hoşgör olmaktan korktum, Ceyhun Yılmaz olmaktan korktum.
Ancak sen partnerlerinle adeta bir gemeinschaft kurup sikişirdin.

Bu amansız terk edişin bende yarattığı katersisler,
Sadece bahar şenliğinden %100 karı düşürme paralosıyla 4 yıl boyunca şenliklere gidip
Hiç kimseyi götüremeden diploma alan dürzülere benzer.
Egzajere etmek gibi bir kaygım yok bilirsin,
Sen çeşitli angajmanlardan yol yapıp kendini siktirirsin.

Ajite olmuş bedenim artık bu diyarlardan kaçmak ister
Rabbime sorsam muhtemelen Clevland'a gitmemi söyler
İlk uçakla soluğu Amsterdam'da aldım,
Gece içim bunaldı trene bindim ve onunla karşılaştım.,
Groningen'de Bulutlu Bir Yaz Günü'ydü...
Hayatımda tek Eindhoven gettosundan Surinam asıllı torbacılar var
Qova yapıyor, dumanı üfürüyorum hunharca. Tüm Hollanda'ya, tüm isyanımla.
Beybi...

31 Mart 2012 Cumartesi

YO DOSTUM YO BU BİR KABUS OLMALI ADETA HAYRULLAH'IN ÇİLESİ (AMIMA ÖYLE BİR GÖMÇÜR Kİ AĞZIMDAN SPERMLERİN FIŞKIRSIN)

Sanki asırlar önceydi. Avcılar'ın köhne sokaklarında birlikte top koşturduğumuz arkadaşlarımız, aynı mataradan su içtiğimiz yoldaşlarımızın henüz masum olduğu yıllardı. "AM" nedir bilmezdik, hepimiz masumduk. Bin atlı akınlarında çocuklar gibi şendik, hepimiz 23 Nisan'da bando takımındaydık. Kızlar bile hastaydı ama biz kızları kardeşimiz olarak görürdük. Çocukluk aşkımız yoktu, olsa mıydı? Diye çokça kendimi sikmişliğim vardır. Kardeş gibiydik, hatta bize Sleepers derdiler. Yetmezdi Suskunlar bile derdiler. Yok lan bize bir sikim demezlerdi. Mahalledeki abiler "Anten" yahut "Amına koydumunun salakları" derdiler, biz de iltifat sanırdık. Avcılar Ambarlı tayfası çok kral tayfaydı o vakitler. Sinan Özen'in genç kızların sevgilisi olduğu yıllardı.



Nice şaire ilham vermiş Avcılar Sahili'nden bir manzara. 
                                             



En yakın arkadaşım Davut'tu. Davut denyonun tekiydi. Süzme orospu çocuğuydu. Bahçelere dalarken, önden Viking Çavuşu gibi ağaçlara tırmanıp hunharca kirazları höpürdetir, sıra daha bize gelmeden "BAHÇEYE DALANNN VAR !!" diye haykırırdı. Göt oğlanıydı. Sahilden Lunpa olarak bilinen Lunapark'a pisiklet vasıtasıyla gider hatta abartıp Küçükçekmece Gölü'nün oraya kadar sürerdik. O yıllarda Küçükçekmece Gölü bok kokmuyor hatta girilebiliyordu. Önce Looney Tunes tasoları, sonra sporcu kartları ve misket oynayarak büyüyen çocukluğumuz daha sonra Pokiman tasolarıyla şenlenecekti. "Olm Denizköşkler'de bir tane çocuğa Ash çıkmış ya." diye süren muhabbetler birbirini kovalayacak, cips alırken kadın götü eller gibi cipsleri paramparça ederek taso arayacaktık. İnşaatlara torpil atıp kaçacak, boncuklu tabanca ve tüfeklerle ortalığın amına koyacaktık. Kaflik misketler, bisikletin arka freniyle lastiğin birleştiği yere pet su şişesi sıkıştırıp motorsiklet sesi çıkarmalar falanlar filanlar derken bir bakacaktık ki "Olm 31 çektiniz mi hiç? Ya çok güzel yaaaa. Alıyon sabunu sürüyon mürüyon sıvazlıyon böyle oohhhhhhh." muhabbetleri, Cine-5, porno dergiler hayatımıza giriyordu. Aman Tanrım, KAMIŞA SU YÜRÜYORDU !




   Cine 5'in Şifre koyup cinsel hayatımıza verdiği büyük etkinin temsili bir fotoğrafı. Buna bakıp 31 çekmiş bir neslin evladıyız !
                                       


İlk aşk acıları, ilk içki içme deneyimleri derken bir gün Davut'un ısrarıyla karıya gittik. Evet halk arasında "Kerhane" adı verilen o muazzam yere. Kapıda öyle bir sıra vardı ki, sanki tarihi savaş filmi çekmek için bütün yiğitler toplanıp kayıt yaptırmaya gelmişti. İçim bir tedirgindi, sıra Davut ile bana gelmişti. Davut'un girmesiyle 2 dakika 13 saniye sonra çıkması bir olmuştu. Sıra bendeydi, içeriye korkarak girmiştim. Bir tane abla, bir sandalyeye oturmuş, örgü örüyordu. Alt kısmı ve üstü de çıplaktı. "Hadi gel amıma koy ve boşal." demesiyle "Hayırr" diyerek ordan hunharca kaçıp uzaklaşmam bir oldu. Meğer abla bütün günlük bir mesaide hem amını siktirip, hem de ek iş olarak örgü örüp ; kazak, atkı, patik örerek hayatını kazanmaktaymış. Doggystyle'da bile banyo lifi örebilecek kalibredeki bu kadından sonra daha iflah olmadım. Davut ve mahalledeki diğer abilerin baskısıyla Kerhane motifleri dışında, bir ev içinde 3 kadının bulunduğu bir garip Kerhaneye daha götürüldüm. İçerdeki Leyla abla 50'li yaşlarında, tesbih çeken ve mapusta yatıp çıkmış bir ablaydı. Diğer 2 avrattan biri Azeri diğeri Moldovyalıydı. Sikilebilecek olanlar o diğer ikisiydi. Ben korkmuştum yine, diğer 2 arkadaş 2 karıyı alarak adeta "İkinize İkimiz Bayram Etsin Sikimiz !" dercesine boş odalara götürdüler. O anda Davut "Ya Leyla Abla Boşta Kadın Yok mu?" diye sorunca Leyla Abla esprili bir tavırla "Valla bir ben boşum, istersen beni sikebilirsin." demesiyle gerilim artmıştı. Diğer elemanlardan sonra aynı kadınların bizim sikmemiz iğrençti. Kim bilir belki de benim memelerini yalayacağım Azeri Balanın Memesine içerdeki Serkan attırmıştı. Yo dostum yo, ben bunu yapamazdım. "Kocacım gelmiyor musun?" diyen Moldovyalı'ya bir bakış attım ve ağlayarak evden dışarı çıktım.




Kerhanedeki kadınlar düşük bütçeyle harikalar yatabilirler.
                                                   


                                             
Bu olaydan sonra uzun süre Davut ile görüşmedik. Zaten ben Askeri Lise'de öğrenciyken, Davut'un da FEM Dershanesi'nin kadimli elemanı olmuştu. Ben Askeriyeden atılırken, Davut hızla yükselmiş ve Abilik mertebesine erişmişti. Lakin çocukluk arkadaşıydık yıllarca göt göte verip neler yapmamıştık? Bir gün Mustafa Ağabey'in sahibi olduğu Avcılar Merkez'de bulunan "Ersin Pub" da (viral reklamdan iki 50'lik alıyorum) rastlaştık. "Hayırdır Şako? Sen alkol alır mıydın?" diye sordum, "Hayrullah ! Kardeşim..." diyerek bana sarıldı. Ağlıyordu. Noluyor demeye kalmadan masasına buyur etti. 10'ar tane 50'likten sonra kelle olmuştuk. Kafamız daşşak gibiydi. Derdini hala tam olarak dile getiremiyordu. En sonunda patladı ve anlattı. "Sevdiğim bir kız var kanka ama olmuyor. Açılmam gerek, bugün cesaretimi topladım benimle gelir misin?" diye sordu. O Cengiz'di ben Ezel, o Fernand Mondego'ydu ben Edmond Dantes "Seve seve kardeşlik." diyerek yanıtladım. Kankamı yarı yolda bırakamazdım. Hızla kızın oturduğu Avcılar çıkışındaki İhlas Marmara Evleri'ne gittik...



Galatya kökenli(Kelt, İrlandalı) olduğumdan ötürü bira benim için yaşama amaçlarından birisidir.


Muhafazakar bir ailenin tek çocuğuydu Hanife. Gece dışarı çıkması imkansıza yakındı lakin o kadar gaz ve alkol boşa gitmemeliydi. BİR ŞEY YAPMALIYDIK ! Lakin saksı durmuştu. O sırada yakınlarımıza bir adet Guguk Kuşu kondu. Küçükken Davut ile az sapanla atmaca avlamamıştık.Ani bir hareketle Guguk Kuşu'nu yakaladım ve "Aha ayağına mesaj yazıp kızın penceresine yollayalım." dedim. Teklifim Davut'a hem islami yönden hem de mantiki açıdan çok doğru gelmişti. Tıpkı Eski Aşklar, O müstesna romantizm ortamını yakalamıştık. Tam mesajı yazmış ve Davut'a vermişken, Davut Guguk Kuşu'nun kanadını kaldırıp "Allah" yazdığını görünce kuşu saldı. "Mübarek kardeşim bunu yapamayız." diyerek savunmaya geçti. Tam ağzına tekme atacakken "Cep telefonumdan mesaj attım." dedi. Be hey orospu çocuğu, be hey götünde 4 halife devrini yaşattığımın gavatı ! Madem telefonun vardı neden bana it ızdırabı çektiriyorsun? O sırada Hanife, ailesinin Fatih Çarşamba'da pilavlı sohbete(maklube+vaaz adeta rakı+balık+fasıl gibi) gittiğini ve evde müsait olduğunu, istersek gelebileceğimizi, ne konuşursak orda konuşacağımızı, konu komşu arasında laf söz çıkmaması için bunun gerektiğini anlatan bir sms atmıştı. Sonuna da "(:" smileyı koymuştu. Kesin o da Davut'a karşı boş değildi.



temsili olarak pilavlı sohbet



Nihayet hızlı adımlarla Hanife'nin evine çıkmıştık. Kapıyı islami usullere göre üç kere tokmakladık. Lakin kapı tokmağına cevap vermiyordu Hanife, zili çaldık. Zil melodileri "Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda" idi. O müstesna duruşu ve fantastik bakışlarıyla Hanife adeta Hanife değil çölde bir vaha, kutupta bir yaz, İbrahim Erkal'ın Canısı klibinde oynattığı avrat hatta Kleopatra gibiydi. Taş gibiydi. Onu görür görmez, erkekliğim bir Knight Online'da saatlerce oyun oynayıp tam level atlayacakken ölen karakterine ağıt yakan ergen kadar sertleşmişti. "Aleyküm selam" diyerek bizi içeri buyur etti. Tütün kolonyası tuttu, lokum ikram etti. Çok sıcak bir ortam oluşmuştu. Televizyonda Stv açıktı, Antony Quin'in efsanevi filmi Çağrı oynuyordu. O esnada 3'lü çekyata uzanan Davut nerdeyse kendinden geçip sızma raddesine gelmişti. Hiç kimse konuşmuyor, ortamda bir ölü sessizliği hakimdi. Bense bu muhafazakar kadın beni doğru yola sokar diye "Ah rabbim bana da şöyle iyi ve temiz bir aile kısı nasib eyleee !" diye içimden geçiriyor, 3 kuluvallahu 1 elham okuyarak bunu artık tevekkül haline getiriyordum. O esnada Şakirt Mizahı'nın duayenlerinden Egemen Bağış gibi olmaya karar verdim.

-Neden hiç konuşmuyorsun Hanife? Hal hatır sormak da mı yok? Allah'ın bir selamını eksik etme üzerimizden.
+Ehehe utandım Merhaba, Nasılsın?
-İyiyim bununla ilgili bir fıkra biliyorum. Bir gün Nasreddin Hoca, köy meydanında oturuyormuş. Köylülerden biri gelmiş. Demiş ki "Hocam nasılsınız?" hoca da durur mu? Patlatmış cevabı "İyiyim." ?
+Aahahaha ay ilahi ya. Nasıl güldürdün beni, Cenab-ı Hakk hayır etsin inşallah. Ne kadar neşeli ve sevecen birisin. Dur ben de anlatayım bir tane. Geçen de bir arkadaşım anlattı, bir Laz Fıkraası anlattı, çok hoşuma gitti...
-Sözünü 5 kase karakovan balıyla kesiyorum muhterem bacım, o fıkrayı anlatmadan evvel sebeb-i ziyaretimiz Davut kardeşim dest-i izdivacınıza tutkun. O sebeple buraya geldik.
+Biliyorum fakat ben onu bir ağabey, bir yaren gibi görüyorum. Ben sanırım bir başkasına tutuldum...




Antony Quin, The Message filminde Hz Hamza rolündeyken.



Kimdi bu densiz? Kimdi bu uğursuz? Tanrım, çocukluk arkadaşım Davut'un aşık olduğu hatun bir başkasına tutkundu. O esnada "Ben galiba sana vuruldum Hayrullah." dedi. Adımı da biliyordu. "Seni Bayburt'un ünlü mekanlarından Sensation White ve Bayburt Sunset'te görüyordum hep. Bayburt gece hayatının önde gelen playboylarından olduğunu bilmeme rağmen aşkını bir sır gibi senelerce sakladım..." Gündüzüm Seninle Gecem Seninle isimli Suat Sayın'ın unutulmaz nadide TSM eserini de bilen ve bu imayı da cümlesine sıkıştıran afete artık ben de boş değildim. O esnada gerginlikten ötürü gömleğimin düğmelerinden 2-3 tane açtım, zira bir şakirt evine girerken gömleğimizin tüm düğmelerini iliklemiş idik. O esnada dövmemi gören Hanife yanıma usulca yaklaştı. "Hastayım sana, anlıyor musun? Vurgunum sana, bitiğim Hayrullah." deyiverdi. "Dövmen, saçların, şu müstesna kokun, bakışların..." biraz daha yaklaştı, aramızda birkaç santimetrelik boşluk kalmıştı ve gözlerime alev alev bakarak "Ne kadar çapkın olduğunu biliyorum, sen ciddi olmasan da hiç sorun değil. Yeter ki bu beslediğim aşka bir nebze karşılık ver, senin tek gecelik adamı olduğunu biliyorum ve buna hazırım. Amıma öyle gömçür ki ağzımdan spermlerin fışkırsın..." O an dünya başıma yıkıldı sandım. Orhan Veli gibi Belediye Rögarına düşmüşcesine beyin sarsıntısı yaşadım. "Nasıl ya!" diyerek isyan ettim, o sırada Davut uyandı. Kimse bilmezdi, sıkılmıştım bu bedbaht hayattan. Artık tek geceliklerin adamı değil hayatımın aşkına kendimi adamak istiyordum. Bütün kadınlar sanki sözleşmiş gibi aynı şeyi yapıyorlardı. Sinirimden kudurmuş, deliye dönmüş, 31 çekmekten çıldırmış bir Bülent Kayabaş olmuştum. Hemen seri bir biçimde Hanife'yi tokatladım, tokat manyağı ettim. Her vurduğumda "Vur yiğidim, Vur aslanım !" demesi beni daha da sinir ediyordu. "Allah senin belanı versin, siktir git ! Siktir git çakma bakire, amını yolunu siktiğimin sahtekarı ! Gidiyorum ben burdan, beni çok yanlış tanımış ve çok yanlış anlamışsın. Amına koyayım senin ama mecazen koyayım tamam mı?" diyerek göz yaşları içersinde İhlas Marmara Evleri hudutları dışarsına çıktım, ilk atladığım minibüste soluğu Ambarlı Sahili'nde kayalıklarda aldım. Liseden yadigar dostum Evsiz Neco, Şarapçı Hasan Ağabey ve Boş Depozitolu Bira Şişelerini toplayan Ertuğrul Ağabey nam-ı diğer Cem Karaca ile dertleştik, ağladık, söyledik ve hunharca içtik...


21 Mart 2012 Çarşamba

Aşk değil bu sanki Normandiya Çıkartması


Acımazsızdır hayat...
Taharet musluğu bulamazsın Avrupa'da.
Ne Berlin'de, ne Dublin'de, ne de Paris'te.
Opec'ten adam kaçırmaya çalışan Çakal Carlos olursun.
Götünü yıkamalık su ararken Paris'te.
Kozalak, yaprak ararsın medeniyetin beşiğinde. 


Bencildir aşk...
Air France'daki yüksek egolu hostesler gibi,
Durduk yere kavga çıkarırsın.
Katıldığı hiçbir savaşı kazanamamış GIGN'ler gibi
Götün tavanda gezer.
Sevgilim söyler misin sen ne sike yararsın?

Nankördür sikiş...
Fransız Mastiff köpekleri kadar çirkin,
Korsika, Cezayir melezleri kadar bedbaht,
Montpellier gettosunda torbacı Tunuslu kadar umutsuzdur,
Bu hayatta sevmek ve sevilmek.
İki duyguyu aynı anda istemek.


Dünya kupası kaldıran bir Zinedine Zidane,
Boş kaleye taca vuran bir Stephene Guivarc'h,
Arada sırada maç kurtaran Cristophe Dugarry,
Bazen gol atan Sylvain Wiltord,
En önemlisi siklenmeyen adam David Ginola oluyordum !
Ben, senin aşkın ile...


Zaman geçiyor...
Daha dün aşk kadını olan sen,
Daha dün Audrey Tautou olan sen,
Ve aşkından el pençe divan duran ben.
Sen ise bugün Babil Fahişesi, bugün Matild Manukyan...
Bense Kova Yaşar, nam-ı diğer Yaşar Duran...


Söyle sevdiceğim bileyim !
Kiminlesin, kimlerlesin...
Söyle bileyim ! 
Kimlerin aşk lügatına yeni aforizmalar kazandırıyorsun !
Ne bir telefon, ne bir mesaj geliyor senden.
Söyle bileyim sevdiceğim ! başkasına mı veriyorsun...


Bazen Didier Deschamps, bazen de Marcel Desailly oluyordum
3 haziran 2002 Türkiye Brezilya maçı'nda hakeme "ananı sikerim be careful" diyen Alpay Özalan gibi hissediyordum.
Abbas Güçlü ile Genç Bakış programına katılıp, söz almak isteyen ancak buna cesaret edemeyen; kemik çerçeve gözlüklü, hafif uzun ve yağlı saçlı, tombik mühendisler gibi olmuştum adeta.
Sanki ben ben değil Ezikistan Cumhurbaşkanı olmuştum.
Sanki sen sen değil Neriman Köksal olmuştun, Ah be amına terlikle vurduğumunun gudubet karısı ne hallere çevirmiştin beni.


Liechtenstein Silahlı Kuvvetleri'nin Amerika'ya savaş ilanıp edip, yetmeyip savaşı kazanıp süper güç olması kadar imkansızdı aşkitom,
Senden aşkıma karşılık bulmak...
Bu yüzden horozlanırdım dünyaya, sırf senin uğruna.Aşkımız adına.
Lakin bir sikim olmazdı ben aşkın için hunharca ağladığımda,
Göz yaşlarım Bolivya Başkenti La Paz'ın azılı yağmurları gibi damladığında...


1998 dünya kupasındaki Davor Suker gibi ağlardım ilişkimizde 3. olunca.
Araya başkaları sıkışınca...
Sanki Attila İlhan olurdum, bu sebepten 3. şahsa dalmak isterdim mamafih mahkemden korkardım, felaketim olurdu ağlardım.
Peter Schmeichel'a attığım gol aklına gelmezdi, nankördün, görmezdin aşkımı.
Davordum, Sukerdim, Hırvattım, Ağlardım...
Robert Prosinecki gibi kornerden gol dahi atsam, yinede yaranamazdım...


Threesome'da sıra bekleyen Johnny Sins etmiştin beni.
Yaradana sığınıp gol atan Michael Essien olurdum,
Bütün turnuva oturup kupayı alan Emmanuel Petit olurdum.
Eurovision'da bile sıfır çeken San Marino gibi olurdum,
Ben seni beklerken...


Kandırırdın beni, Gerard Depardieu olurdum.
Halbuki başlardayken ben senin Alain Delon'undum.
Ne çabuk geçmiş şu köhne zaman...
Ne olurdu birtanem yanımda biraz daha kalsan,
Yetmese ömür boyu benim olsan...
Ağlasam, yalvarsam, gitmeyip bırakmasan...


Bazen düşünürüm, biz ne ara böyle olduk? Biz ne ara bu kadar ZALIM olduk. Ne ara Fbi aycıntı olduk? diye.
Halbuki Göt ile don gibiydik biz seninle.
Atiye'nin taytı, Ferhat Göçer'in kulaklığı, İzzet altınmeşe'nin beni hatta İsmail Yk'nın garip eldivenleri gibiydik.
Et ve Tırnaktık biz seninle, Ne ara böyle iki yabancı olduk? Ha?


Artık umudumu kestim Sevgilim,
Çünkü Aşk değil bu sanki Normandiya Çıkartması.
Gelen çıkarıyor, geçen atıyor.
San Marino kalecisinden beter ettin beni...
Çıkarmadan 5'ler, çıkarıp da 7'ler havada uçuşuyor.
Threesome'u da geçti bu ahlaksız gangbang !
Bangbros arabasına binmesine ramak kalan Nevriye Teyze,
Normandiya Nazi birlikleri ordu komutanı Karl Rudolf Gerd von Rundstedt
Olurken ben senin gözünde,
Sen ise Diesel V. oluyor yetmiyor Dwight D. Eisenhower olurdun hep
Ben ağlayıp,
Sen sikişirken...


14 Mart 2012 Çarşamba

Lütfen Kadınlığımı Alma Ben Makatımdan Alırım(Yarım Kalmış Bir Aşk Hikayesi)

Bayburt'tan İstanbul'a geldiğim ilk zamanlardı, köhne havası ve film noir atmosferiyle İstanbul gözümde adeta bir New York'tan farksızdı. Ortama hemen adapte olmuştum, kısa saçlarımı briyantin ile yana hunharca tarıyor ve kendime Humphrey Bogart imajı veriyordum. Uzun siyah deri ceketim ve Eminönü'nde bir tezgahtan aldığım 20 liralık Ray & Ban gözlüğümle tam bir ekol, tam bir rockstar gibiydim.


                İşporta gözlükler karizma peşindeki gençler için ucuz ve cool bir tercihtir.





Günler günleri kovalıyordu, okuldan Kubat adında bir arkadaşımla eve çıkmıştık. Kubat boş zamanlarında kımız içip, kopuz çalardı. Şamanistti, değişik adetleri vardı. Ben ona karışmazdım, o da bana karışmazdı. Günlerden bir gün kapımı tokmakladı Kubat. Hararetli bir şekilde Kubat bana dönüp "Ağabey yarın kuzenim gelecek, bizde birkaç gün kalabilir mi?" diye sordu. Ben de "hay hay." diyerek yanıtladım. Kubat'ın Bilgi Üniversitesi'nde felsefe okuyan ve profesyonel fotoğraflar çeken, tumblr'da sayfası hatta 1500 takipçisi olan, çılgınlar gibi Asmalı Mescit'te Kafe Pi'de sürekli takılan tiki bir kuzeni vardı. Adı Ceyda'ydı, eve ilk taşındığımızda kendisi hayırlı olsun ziyaretinde bulunmuştu...


 Bayburt hareketli gece hayatıyla Türkiye'nin Sin City'i olarak bilinir... 
                                                         


Ertesi gün evde Tom Waits dinleyip, beyaz peynir eşliğinde süryani şarabı içerken dış kapının açıldığını fark ettim. Gelenler Kubat ve kuzeni Ceyda'ydı. Lakin müziğin sesini fazlasıyla açmıştım, böylelikle onların geldiğini anladığımı fark etmeyeceklerdi. Ceyda'ya ilk gördüğüm andan beri kesiktim fakat cool ruhaniyetim bunu belli etmeme izin vermiyordu. Babamdan ergenken Belfast'ın izbe publarında "nasıl kız tavlarsın?" dersleri almıştım, yarı Bayburtlu yarı Kuzey İrlandalı olmanın ayrıcalığıydı bu. Ceyda'nın da bana karşı boş olmadığını biliyordum. O yüzden ilk adımı ondan bekliyordum. O sıra Kubat "Üstadım müsait misin?" diye davudi sesiyle seslendi.




O sırada Tom Waits Üstadın Cold Cold Ground eserini dinlemekteydim. İçeri girmişlerdi, atmosferden etkilendikleri aşikardı. Duvarımda duran dereden su içen ceylanlı halı ve onun üzerine astığım bağlama, muhteşem bir gothic bir uyuşma içerisindeydi. Ceyda gözlerini oradan alamıyordu. "İstersen fotoğraflayabilirsin Ceydacığım." dedim. Boynunda Nikon yazan askılı koca bir objektifi bulunan fotoğraf makinasıyla bana doğru gülümseyerek "Gerçekten mi?" heyecanlı bir şekilde sordu. "Elbette." diyerek yanıtladım. O an o kadar mutlu olmuştu ki, ne yapacağını bilemiyordu. "İstersen instagram'a da yükleyebilirsin." dediğimde ona inceden "fotoğraf" ile uğraştığımın  sinyallerini veriyordum.


Temsili Ceyda profili

                                                                                     


Kısa sürede "Ara Güler, Mehmet Turgut, Mahalleden Vesikalıkçı Cumhur Ağabey, Salvador Dali, Peter North" derken Ceyda ile keyifli bir sohbetin içersine girmiştik. Ceyda bana "Hayatımda daha önce senin kadar çok yönlü ve zeki, esprili, nev-i şahsına münahasır bir kimseyi tanımadım Hayrullah..." Dedi. O an o lafıyla erkekliğim bir francalı ekmek tandasında sertleşmişti, birinin kafasına vursam mübalağasız kafasını ortadan ikiye ayırabilirdim. "Ne desem bilemiyorum, tam hayallerimdeki kadınsın Ceyda. Kol kılların alınmış, boyun 1.70'den uzun, 2 tane yabancı dil biliyorsun. Üstüne üstlük fotoğraf çekiyorsun, Twitter'da binlerce takipçin var. Sana olan hislerimi gizleyemem gayrı..." dediğim anda bir anda yakınlaşarak, kulağıma eğilip "Bugün neden burda olduğumu biliyor musun?" diye sordu. O esnada Kubat kendi odasında Kopuz çalıp, garip garip şaman dansları yapmaktaydı...

Heyecanlı ve içime Forrest Gump ve John Nash aynı anda kaçmış gibi "Nenenenneden?" diye sordum. "2 yıllık ilişkim geçen hafta bitti, evlenecektik güya. Aldattı beni. Ancak üzülmedim hatta sevindim bile çünkü ilk gördüğüm andan beri sana karşı tarifi namümkün duygular içersindeyim..." şeklinde gözlerini kaçırarak cevapladı. O an sanki Ayhan Işık ve Fatma Girikli siyah beyaz yeşilçam filmleri içindeymişiz gibi hissettim. Sadece susuyorduk içerden kesif kopuz seslerinin yanında  :


 "Çarşı ters fırlanır felek garının. Turan kölgesinde budaglarının, Rengi bayrağımda yarpaglarının Salam, darağacı... Aleyküm salam !"


 sözlerinden oluşan Kubat'ın söylediği türkünün sesleri geliyordu. O anda birden hunharca öpüşmeye başlamıştık.


O an marduk dünyaya çarpsa erkekliğim inmezdi, o an eve göktaşı çarpsa öpüşmeyi bırakamazdık. Öyle fantastik bir şekilde yiyişiyorduk. Üstümüzü başımızı çıkarmıştık, bir tek çoraplarım ayaklarımdaydı. Çoraplarımı hiç çıkarmam sevişirken, soran olursa "Hemoroidim nedeniyle..." derim halbuki turkish amateur home made porn kategorisine olan bağlılık ve sadakatimden çorabımı çıkartmam, hiç kimse bilmez bunu. Ceyda sormamıştı, ona olan hoşlantım gittikçe aşka dönüşüyordu. Aman tanrım, aşktı bu ! Vücudunda hiç çatlağın olmaması, göbeğindeki piercing, kasığındaki kedi dövmesiyle iyiden iyiye ona aşık olmaya başlamıştım. Bu öpüşmeler, bu bakışmalar bulunmaz bir aşkın önsevişmesiydi adeta.


Ceyda'yı yatağa yatırdıktan sonra kapıyı kilitledim ve laptobumdan "Karışık MP3" klasörünü açtım, ordakilerin hepsini winamp'a attım shuffle ile birlikte şarkılar hunharca çalarken biz de Ceyda ile aynı şiddetle öpüşmekteydik. Sütyeninin kopçasını tek parmağımla çözmüştüm. Şuh bir sesle bana döndü, aramızda şu diyalog geçti :


-Çapkın olduğunu tahmin ediyordum ama bu kadarını beklemiyordum Hayrullah...
-Bu daha başlangıç my lady d'arbanville.
-Oh Hayrullah beni heyecanlandırıyorsun, hadi artık erkekliğini hissetmek istiyorum. Ne olur daha fazla durma...


O an erkekliğim Yeşil Dev Hulk gibi olmuştu, gittikçe katlanarak büyüyordu. Tam g-string'ini indireceğim anda bana "Ne olur yavaş ol." dedi. "Neden?" diye sordum. "Daha önce hiç vajinal ilişkide bulunmadım, belki de bundan ötürü aldatıldım ama ilkim sen ol istiyorum fakat kafam karışık..." dedi.


Bir an duraksadım, bunu yapamazdım. Henüz vakit vardı, ilişkimiz tazeydi. Zaman içersinde bu da olurdu, önemli değildi diye düşünürken acı cümlelerle yıkılmıştım.


-Sana karşı koyamıyorum, şimdilik lütfen kadınlığımı alma ben makatımdan alırım Hayrullah...


O an adeta tek hücreli amip'ten balık olup, ardından balık'tan da kertenkele olup karaya çıkan evrimin ilk halkası olan garip yaratık gibi olmuştum. Bunca yıllık Aşk Adamı kariyerimde ilk defa bir kadın tarafından bana düğmeci muamelesi yapılıyordu. Gururum hiçe sayılmış, kalbim paramparça edilmişti. Daha fazla dayanamamıştım bu huzursuz aşk düellosuna.


-Çabuk üstünü giy ve derhal odamı terk et, odamı terk et ve siktir git bu evden ! Siktir, Siktir Git Evimden ! Çabuk git, gözüm görmesin seni ! Seni adi şıllık, seni cafe yiyişgeni seni ! Derhal Toparlan ve kaybol buradan ! Siktir, Siktir Git !!


Diye hunharca bağırıyordum. Kubat hala bağlama çaldığından ötürü duyamıyor, Ceyda ağlayarak üzerini giyiyordu. Tek bir söz etmeden dışarı çıktı ve kapıyı çarparak evden gitti. Beyaz Peynirim hala duruyordu ve sararmamıştı, şarabım bitmişti. Bu entel ayaklarına da hiç gelemiyordum, dolaptan 50'lik Altın Seri rakımı çıkartıp bir duble koydum. Böyle entel kızlar için oluşturduğum mp3 klasörünü de Shift + Delete yaparak sonsuzluğa attım. Youtube'dan Cengiz Kurtoğlu'nun durumumu özetleyen efsane parçası Yorgun Yıllarım'ı açarak, dublemi şerefsiz aşklara ve yozlaşmış kadınların şerefine kaldırıyordum...