8 Temmuz 2016 Cuma

Asırlardır saklanan hakikat! İrlandalıların ve İskoçların Aslen Yozgatlı Olması ve Hakiki Taht Oyunları...

Yozgat'ta bir Irish Pub'ta tek başına içmekte olan geç adam, uzun bir süre boyunca barın tepesindeki Kraliçe portresine bakarak Guinness içmekteydi. İçtikçe içiyor, kadehlerine bir yenisini ekliyordu. Belli ki bir dertten müzdaripti. Lakin kimsenin yanına gidip, durumunu sormaya mecali yoktu. Zira pub'ın içersindeki insanların hepsi 3-5 arkadaşıyla oturup içmekte, birbirleriyle sohbet etmekteydiler... Ah diğer hikâyelerin hepsinde bir başrolde olan Hayrullah ve onun etrafında gelişen hikâyeler vardı. Ancak bu olayda ne Hayrullah'a ne de de onun içine dahil edileceği bir senaryoya yer var. Zira karakterler yeterince absürt olaylar yaşamışlar ve kurgu bir senaryoya ihtiyaç duymamaktalar. O yüzden hikâyeye düz bir şekilde devam etmek, olaya farazi kişiler ve kurumlar eklememek gerek.













Uzun yıllar önceydi, bugünkü İskoç ve İrlanda halklarını oluşturan Keltler bundan 4000 yıl önce ana vatanları Orta Avrupa'dan göç etmeye başlamışlardı. Keltler, göçebe bir kavimdi ve bulundukları yerde istikrarlı bir şekilde yaşamazlardı. Bu göçüş hadiseleri birkaç bin yıl sonra Türklerin başına da gelecek olan Kavimler Göçü ve Orta Asya'dan Anadoluya göç etme hadisesiyle büyük benzerlik gösterecekti. Bu göçler ekseriyetle Avrupa içlerine dağılmaya bağlı olarak gerçekleşecekti. Keltler ; İspanyaya, İtalyaya, Galyaya(Fransa) ve bugünkü vatanları Britanyaya göç edip durmaktaydılar. Savaşçı ve göçebe bir kavim olduklarından dolayı sürekli birileriyle çarpışma halinde olduklarından göçler sırasında Yunan ve Etrüsk kolonilerine saldırmaya başladılar. Zaman içerisinde Avrupa'nın her yerine ayak basan Keltler, o dönemler gücünü en üst düzeye taşıyan Roma İmparatorluğu için ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Zira Roma'nın ilk palazlanmaya başladığı dönemlerdeki en büyük düşmanı olan Galyalılar da Keltti. Uzun yıllar boyu Galyalılarla savaşan Romalılar, barbar topluluklardan nefret etmekteydi. M.Ö. 390 yılında Galyalılar, Brennus komutasında Roma üzerine bir sefere çıktılar. Roma ordusuyla şehir merkezine birkaç kilometre kala savaşmaya başladılar ve Romayı ağır bir yenilgiye uğrattılar. İşin ilginçliği de burada başlar. Barbar ve acımasız olan bu topluluk, şehre girmeyi birkaç gün erteleyip Romalıların bir yığınak yapmasına ve kadınların, çocukların saklanmalarına izin vermişlerdir. Şehri yağmalayıp, 500 kilo altın alarak geri dönmüşlerdir. Bunun nihayetinde yapmadıkları katliamın bedelini birkaç zaman sonra acımasızca göreceklerdir.

























Allia Savaşı olarak da bilinen Galyalıların, Romayı işgal ettiği savaştan temsili bir çizim. Bu savaşta Barbar Galyalı 12.000 asker, full zırhlı özel 24.000 Romalı askeri yenerek Romayı yağmalamıştır. Savaşta, Romalı askerlerin büyük bir kısmının Galyalıların savaş çığlıklarından korkarak kaçtığı, çoğunun nehirde boğularak öldüğü rivayet edilir.



























Roma; yıkılmış şehrini yeniden inşa etmeye, kaybettiği gücünü yeniden toplamaya başlar. Roma-Galya çarpışmaları eski şiddetine tekrar kavuşur. Julius Caesar'ın gelip Galyayı topyekün fethine, Keltlerin efsanevi liderleri Yercingetoriks'ın mağlup olmasına kadar Galyalılar bölgelerinde sabit dursalar da tekrar Doğuya doğru hareket etmeye başlarlar. Önce Macaristan'da daha sonra Yunanistan'da bazı şehirleri yağmalayan ve dur durak bilmeden aşağıya doğru inen Keltler, burada Byzantion'ı tehdit etmeye başlarlar. Bir tepeye kamp kurup beklemeye başlarlar. Bu esnada, kardeşiyle büyük bir taht mücadelesine tutuşmuş Bitinya Kralı Nikomedes ortaya çıkar. Hazır bir şekilde 10.000 savaşçı Kelti kendi safına çekmek, taht yarışında onu kardeşinden üstün bir konuma taşıyacaktı. Bu planı gerçeğe dönüştürmek için kolları sıvayan Nikomedes, Keltlerle altın karşılığı anlaştı. Byzantionlar uzun pazarlıklar sonunda, Bitinya Kralı Nikomedes'in de ara buluculuğuyla Keltlerin Adapazarı'na yerleşmesini kabul ettiler. Tabi bir şartları vardı, o da; şehri surlarla çevirmemeleriydi. Hatta İstanbul Boğazı'nı aşmalarına da Byzantionlar yardım edeceklerdi. Bir kışı daha kamp yaptıkları tepede geçiren Keltler daha sonra Adapazarı'na geçtiler. Bu kaldıkları tepeye Galat-Gol adını veren Keltler, burdan zor da ayrılmışlardır. Galat-Gol, Kelt dilinde "Burun, Yarımada" anlamına gelmektedir. Ne gariptir ki burası binlerce yıl geçmesine rağmen halen bu isimle anılmaktadır; Galata. Tabi 20.000 kişi, kadın ve çocuk karışık şekilde olan Keltlerin bazıları yolculukta yorgun düştü ve gitmeyi reddederek Galat-Gol tepesinde kalmaya devam etti.























Konstantinopolis öncesi var olmuş olan, Byzantion şehrinin kuşbakışı temsili görünüşü. Adı, kolonici kral Byzas'tan gelen bu şehir döneme göre epey planlı bir yerleşmeye sahipti. Byzas, yarı tanrıdır. Babası Poseidon'dur(Dedesi de Zeus'tur. Bizans'ın ismi de kendisinden gelmektedir ve İstanbul'un ilk kurucusudur)  Megaralıların lideri olan Byzas, İstanbul'da ilk olarak Kadıköy'e yerleşmiştir(Vizyonlu adamdır) ve buraya Khalkedon adını vermiştir. Alexander the Great ile başlayan(İskenderiye) şehre ismini verme modası aslında ilk olarak Byzas ile başlamıştır. 





Adapazarı'na yerleştirilen Keltler, Bitinya kralı Nikomedes'e tahtın kapılarını sonuna kadar açmıştı. Artık kardeşi saf dışı olmuştu. Ancak bu pek yeterli değildi, Adapazarı'ndan alınan Keltler; bugünkü Yozgat ve Ankara tarafına yerleştiriliyordu. Bunun amacı Bitinya-Selevkos arasındaki bölgeye de tampon oluşturulmasıydı. Olası bir Selevkos saldırısında Keltler bölgenin hakimi oldukları için onlar cevap vereceklerdi. Bu yerleştirildikleri bölgeye de zaten ilerleyen yıllarda Galatya adı verilecekti. Hatta Ankara'nın adı bile bu dönemden kalmadır. Keltçe, Ankyra'dan gelmektedir. "Durduran" manasına gelir ki sebebi de yukarıdaki Selevkos arasındaki tampon bölge olma durumundan gelir. Yıllar, yüzyıllar böyle beyhude geçtikten sonra millattan sonra Birinci yüzyılda Anadoluya Roma hakim olur. Galatya da haliyle Roma egemenliği altına girer. Artık yaşadıkları bölge bir Roma eyaleti olmuştur. Yerleşik bir hayata geçen ve maziyi unutmak isteyen Galatlar, Aziz Paulus'un da iteklemesiyle Hristiyanlığı kabul ederler. Böylelikle Anadolu'da ilk hrisitiyanlığı kabul eden halk Galatlar olur. 1071'deki Malazgirt Savaşı'na kadar da önemli bir olaya girişmezler.


















Mersin Tarsuslu olan Paulus(Pavlus), Hristiyanlığın bir din haline gelmesindeki en önemli kişilerden biri olarak görülmektedir. Aslen Yahudi olan ve adı Saul olan bu şahıs; Hristiyan olmamasına rağmen İsa'nın, Tanrı'nın çocuğu değil de Musa gibi normal bir peygamber olduğunu iddia eden İsevilere karşı savaş açar. Büyük kısmına işkenceler eder ve Şam'a gidip, büyük bir çoğunluğunu tutuklayacakken İsa kendisine göründükten sonra Hristiyan olur ve Yahudilik ile Hristiyanlık arasında bir köprü oluşmasına sebep olur. Hatta dönemin en büyük misyoneri olarak onlarca kabileyi Hristiyan yapar.







1071'de Romen Diyojen'in Malazgirt'e götürdüğü orduda yer alan Roussel de Bailleul isimli bir paralı asker komutan, sefer güzergahı Muş'a doğru ilerlerken Yozgat'ta verilen bir molada yöre halkını gözlemleme fırsatı bulur...




Burası komik ve götten atma bir hikâyeymiş gibi gelebilir ama hakikat böyle. Peki kim bu Roussel de Bailleul, bir Norman olarak orada ne işi var? Kendisi aslen Frangopoulos Yani Frank kökenli bir insan, Norman komutan. Askerleriyle İtalya'dayken Otranto'da Kont Roger de Hauteville'in emri altına giriyor. Yani o dönemde de paralı asker. Sicilya'nın Normanlar tarafından istilası ve Arap Yönetimi'nin bölgede sonlandırılmasında büyük hizmetler veriyor. Özellikle 1063'te Cerami Savaşı'nda varlığıyla savaşın çehresini değiştiriyor. Özellikle cesaretiyle dikkat çekiyor. Muhtemelen bu savaştaki kazandığı ün sayesinde Roma İmparatoru 4. Romanus, Malazgirt Savaşı'na giderken bu adamı ve ordusunu da arkasına alıyor. Yani "Bu adam kim de orada ne işi vardı? Frank bir adamın Bizans'ın bu savaşında ne işi olabilir ki?" diye düşünecek olanlar varsa sebepleri ve şahsın az bilinen hikâyesiyle orada bulunma sebebi tam olarak bunlardır. Romen Diyojen ile birleşip, Malazgirt'e doğru gitmesi ise daha ilginç. Çünkü bu noktada Romen Diyojen'in(Romanos Diogenes'in) hikâyesinin anlatılması gerekiyor. bizanslı tarihçiler






Roussel De Bailleul'ün Galat Kralı olduğu zamandan bir mühür. Kendisin herhangi bir temsili resmi ya da heykeli yoktur. Muhtemelen mühürdeki büyük olan figür kendisine aittir.







Romanos Diogenes, birçok Bizanslı soylu aileyle akrabalığı olan Kapadokyalı bir asilzadenin oğludur. askeri yeteneği sayesinde orduda kısa sürede yükselir ve Tuna Nehri cephesinde Peçenek isyanlarını bastırmak üzere komutan olarak görevlendirilir. 1067'de Bizans İmparatoru 10. Konstantin Doukas öldüğünde, kendisini hiç sevmeyen Doukas sülalesi tarafından tahtı 10. Konstantin'in oğullarından gasp etmek için kumpas kurmak ve vatana ihanetle suçlanarak zindana atılır. Zindanda tahtın naibi olan dul imparatoriçe Evdokya Makrembolitissa'dan alacağı idam cezasını beklerken, Evdokya; Diogenes'i huzuruna getirtir ve kendisini affettiğini, ayrıyeten de kocası ve tahta varis olan oğullarının vasisi olarak seçtiğini söyler. Diogenes, duyduklarına inanamaz. Zindanda idam cezası beklerken bir anda müstakbel Bizans İmparatoru oluvermiştir. Bizanslı tarihçiler; Attaleiates ve Zonaras, imparatoriçenin ve o sırada huzurunda bulunan senatörlerin Romanos’un haline acıyıp gözyaşlarına boğulduğunu ve onun suçsuz olduğuna inandıklarını, böylece milletin sempatisini kazanıp affedildiğini yazmış. Diğer bir Bizanslı tarihçi Manasses ise imparatoriçe Evdokya'nın, Romanos’un yakışıklılığından etkilenip ilk görüşte vurulduğunu, bu yüzden de hakkındaki suçlamaları kale almadığını ve onunla evlenmek istediğini belirtmiştir. Bu tarihçilerin hepsi de o devirde bizzat yaşamışlardır. Ancak